Parmağımdaki Hatıra
Yazı – Ahmet Bozkuş
Ya bir gün kaybolursa bütün hatıralarım, kimliğini yitirmiş bir mülteci gibi, dilini hiç bilmediğim bir memlekette kalırsam yapayalnız. Bir kâbus senaryosu yazsam böyle bir şey olurdu herhalde. Nasıl saklayacağım, altında saklandığım ağacım olan hatıralarımı?
Eski bir emanet, bir fotoğraf, bir mektup, bir koku veya bir şarkı… Bazen ansızın karşıma çıkar, hüzün, evimin kapısını çalar veya gülümsetir yerli yersiz; bazen de bilerek ve isteyerek kaptırırım kendimi o rüzgâra. Garip bir haz alırım bir hatıranın boğazıma düğüm atmasından. Hatırlayabilmek ne büyük nimet… Bazen de unutabilmek!
Şimdilerde hatırlatma görevini akıllı cihazlar aldı. Ansızın beş yıl önce bugün hangi fotoğrafları çektiysem karşıma çıkarıveriyor. Çocuklarım, küçücük… Ben uzun uzun bakıyorum, onlar koşarak uzaklaşıyorlar. Hele bir baba olsunlar…
Peki ya benim çocukluğum? Fotoğraf makinesinin ulaşamadığı hatıralar? Geriye tutunabilecek tek bir kırıntı dahi kalmamış anlarım, anılarım? Öyle derin bir üzüntü bırakıyor ki bende kaybettiğim bazı fotoğraflar, kendime kızıyorum sık sık. “Keşke o günden bir fotoğraf olsaydı…” dediğim çok oluyor.
Böyle düşündüğüm bir zaman gözüm sol elimin parmaklarına takıldı. Beşinde de ince ve kalıcı izler var. Serçe parmağımdaki iz beni aldı bir Çukurova yazına götürdü. Mevsim ekin biçme mevsimi. Dedem ile ben, at arabasında sabah güneş doğmadan yola koyulmuşuz. Güneş yükselince çalışmak çok zor. Ben, on ya da on bir yaşındayım; dedem kaç yaşında bilmiyorum ama onu hep o zamanlardaki dinç, neşeli, sağlıklı haliyle hatırlamak istiyorum.
Tarlaya varır varmaz sıvıyoruz kolları. Benden hayır gelmez, biliyorum ama yol arkadaşı olmak da büyük maharet benim için. Orakla biçiyoruz ekinleri. Tırpan kullanmıyoruz çünkü buğdayın taneleri bizim; samanı bizi taşıyan kır atımızın rızkı. Tırpan, hızlı ama hırçın, savurgan, dikkatsiz. İsraf edilecek tek bir buğday sapı bile yok. Orak, yavaş, samimi, kıymet biliyor. Tarladaki her buğdaya dokunuyorsunuz orakla biçerken. Sol elinizle tutabildiğiniz kadar buğday sapını kavrıyor ve orağı kendinize doğru dikkatle çekiyorsunuz. Hem toprağa hem buğdaya teşekkür ederek ilerliyorsunuz. Alın teri nedir, el emeği nedir karış karış anlıyorsunuz. Burnumda taze biçilmiş ekin kokusu.
Seslere ve kokulara gizlenmiş hatıraların ömrü çok uzun oluyor. Bir mandalinanın kabuğunu ilk kopardığım an yayılan o koku, çocukluğumun kış mevsimlerini kilitlediğim güvenli bir kasa. Ve kekik kokusu… Yaz sabahları erken uyandığımda dağlardan ciğerlerime atılan bir sağlam ilmek…
Bir yandan çalışıyor bir yandan konuşuyoruz dedemle. O, hatıralarını anlatıyor; ben, hayallerimi… Çocukluğumun en güzel zamanı bana kalırsa. Güneş tepemize dikiliyor gittikçe. Daha hızlı çalışmamızı tavsiye ediyor bütün sıcaklığıyla. Çukurova’da güneş asıl patrondur, onunla çalışmak zordur ama onsuz da çalışacak iş olmaz.
İşte sol elimin serçe parmağındaki ince izi o gün, o tarlada dedemi güldüren bir şeyler anlatırken sağ elimdeki oraktan hediye aldım. Avucumdaki buğday sapları kırmızıya boyandı bir anda ve canım da çok yandı. Dedemin yüzündeki endişe, parmağımdaki acıdan daha unutulmaz… Hemen şalvarının cebinden tütün tabakasını çıkardı, bir tutam tütünü ağzında ıslatıp yaraya bastırdı ve bir bez parçasıyla sardı. Doktor değildi ama yara sarmayı bilirdi.
Sigarayı sevmeyip tütüne saygı duymamın sebebi de bu galiba. Tütünde bir samimiyet, bir gayret, bir emek, bir incelik var. Sigara tümden zarar!
Şimdi bu yazıyı dedemin tütün sardığı o yara izine bakarak yazıyorum. O günün ve daha birçok günün bir fotoğrafı yok bende ama elimde tamamen bana ait bir hatıra var.
Dedem yok artık, ben baba oldum, yirmi yıldır ekin biçmiyorum ve artık orak da kullanılmıyor ama parmağımdaki hatıra hafızamda sapasağlam duran bir raptiye… Fotoğrafların, şarkıların, kokuların hatıralara hükmü de bir yere kadar. En kuvvetli hatıra, bir yara!
Yara izlerimi seviyorum. Ya hüzün veriyor ya da unutulmaz bir ders. Her ikisi de paha biçilmez bir hazine benim için…
Bu yazı “Ezginin Günlüğü – Ayrılıkta Söylenmiş Bir Yaz Türküsü” eşliğinde yazılmıştır.
Yazı – Ahmet Bozkuş
Yağlıboya resim – İbrahim Balaban