Yedi Dururlar
yazı- Serkan Öztürk
Sinema filmi için ilk deneyimimi yaşamak üzere sete çıktığım zaman içimdeki gurur eminim ne Kanuni Sultan Süleyman Zigetvar seferine çıktığında ne de Atatürk Samsun’a ayak bastığı zamanda vardı. Yüzüm Teletabi sevimliliğinde olsa da iç sesim “Açılınız lan sektörün temsilcileri, Ankara’dan büyük oyuncu geldi.” diyordu. Susmuyordu içim, yardırmaya devam ediyordu “Öyle bir oynayacak ki birazdan, Shakespeare, ‘Ben işte bu oyuncuya erişebilmek için yazdım tüm yazdıklarımı.’ diyecek, Marlon Brando abi görse, ‘Bu şahısla oynamak için canımı verirdim, ama gel gör ki ölüyüm.’ demekte bir an olsun geri durmayacak.” Gerçi oyuncuların oturduğu karavana girmeye çalışırken “Yardımcı oyuncularımız şurada bekleyecek.” diye sokağın köşesini bana göstermişlerdi ve ben bir müddet “Yardımcı olmak için geldim, adı üstünde yardımcı oyuncuyum.” diyerek cebelleşmiştim ama olmadı. Ne kadar istesem de boynunda kafasından büyük kulaklık taşıyan, elinde bir tomar defter bulunduran ve üşümemek için iki montu üst üste giyen, kafasında Şirinler’e selam çaktığı beyaz polar şapkası bulunan ve bıyıkları tüy kıvamında olan genç arkadaş almadı beni karavana. Görüntüsü itibariyle ‘deli’ gibi durduğu için ilişmedim fazla ve yardımcı oyuncular için ‘ihtimamla’ hazırlanmış sokağın köşesinde beklemeye koyuldum.
Yardımcı oyuncuyum, yardım etmek görevim
“Diğer yardımcı oyuncular beni ayakta karşıladılar.” demek isterdim ama zaten ayakta bekliyorlardı. Soğuk bir selamlaşma geçti aramızda, birbirimizi görünce başlarımızı salladık, o kadar. Yedi erkek yardımcı oyuncuyduk bekleyen. ‘Yedi Uyurlar’dan öykünerek ‘Yedi Dururlar’ diye bir isim taktım grubumuza. Bir ara “Niye yedi kişiyiz?” diye cevabını düşünerek bulamayacağım sorular sordum kendime. “Yoksa bir tane yardımcı oyuncu seçecekler de onun için mi bekleşiyoruz.” dedim. Ama film-dizi işlerinde en çok ihtiyaç duyulan şeydir yardımcı oyuncu. Gerekirse kameranız, yönetmeniniz olmasın, ama muhakkak yardımcı oyuncunuz olsundu. “Muhakkak hepimize ihtiyaç vardır.” diye sakinleştirdim kendimi. Yardımcı oyuncular ‘sözlü’, ‘sözsüz’ diye ikiye ayrılır ve ilk olarak ‘önceki işlerden parayı alamama’ muhabbetinde birleşirler. Aramızda setten sete koşan, deneyimli ‘en yardımcı oyuncu’ abinin anlattığına göre Çağan’la da Nuri Bilge’yle de Ezel Akay’la da çalışmış kendisi. Ben saydıkları isimleri tanımıyordum o zaman, sektörün acemisiydim. Tabii şimdi artık Ezel Akay’ın Müşerref Akay’ın abisi olduğunu biliyorum. Neyse, ‘en yardımcı oyuncu abi’, entelektüel muhabbetini bir iş önce çalıştığı ajansın sahibine ana-avrat söverek kapattı. Uzun bekleme sessizliğimiz devam etti. Bu arada karavanı kesiyorum, oyuncular gülerek girip çıkıyorlar. Çay servisleri yapılıyor. Karavanın camından yüzünü tanıdığım ama ismini bilmediğim yakışıklı oyuncu ağzında sigarasıyla “Durmuş Abi, bana bir tost söyle be, bol kaşarlı.” deyip içeri giriyor. Ardından saçları bigudili bir bayan oyuncu kafasını uzatarak “Durmuş Abi, az şekerli bir kahve yapsana bana.” diyerek kaplumbağa gibi kafasını tekrar karavana sokuyordu. “Kim bilir içeride neler oluyor, ne kadar eğleniyorlar!” diye içim içimi yiyordu.
Birazdan Durmuş Abi bol kaşarlı tostla, az şekerli kahveyi götürüyor önümden. ‘Merhaba Durmuş Abi!’ diyerek onunla iletişime geçmek istiyorum. Durmuş Abi hiç durmadan ve beni kâle almadan geçiyor. Nasıl alsın adam yoğun, hak veriyorum. Ardından Durmuş Abi karavana girip tepsisinde boş bardaklarla, yüzünde sırıtan bir ifadeyle çıkıyor. Karavana girememe ciddi sıkıntı bende. “Gerekirse filmde oynamayayım ama şu karavanda oturayım.” diyorum kendi kendime. Hatta bir ara “Durmuş Abi’yi tenha bir yere götürüp, ağzını ellerini bağlayıp, kıyafetlerini giyerek koftiden Durmuş Abi olup, karavana girip çıksam mı?” diye düşünmedim değil. Durmuş Abi de hayvan gibi adam, zapt edilemez. Yeni tanıştığım Durmuş Abi’yle ilişkim bozulmasın diye bu fikrimden vazgeçiyorum.
Tabure savaşları!
‘Yedi Dururlar’ olarak beklemeye devam ediyoruz. Hepimiz cep telefonlarıyla oynuyoruz. Uzaktan bizi görenlerin “Galiba bu civarda tek telefon çeken yer burası.” diye düşünme potansiyeli yüksek. O derece hararetle telefonlara gömülmüşüz. Bir yardımcı oyuncunun elinde, eski meşhur cep telefonlarından Ericsson’un kapaklı, serçe parmağı uzunluğunda anteni olan telefonuyla uğraştığını görüyorum. Hadi bizde internet falan var da abi neyle uğraşıyor diye bakıyorum, yılan oyunu oynuyor. Bir ara birisi karşı tarafta duran beyaz plastik tabureyi almak için öyle bir fırladı ki, galiba onu alabilmek için burada duruyormuş diye düşündüm. Hatta tabureyi alıp evine gidecek sandım. Avını yakalamış timsah gibi kaptı tabureyi ve tekrar yanımıza döndü, tecrübeli yardımcı oyuncu abi. Mütevazı insanlardır yardımcı oyuncular, hiçbir zaman geldiği yeri unutmazlar diye içimden geçirdim. Geçirdim mi? Bilmem hatırlamıyorum.
Başarı benim için kaçınılmaz
Neyse, yedi yardımcı oyuncu, yaklaşık bir saattir diğer oyunculara yardımcı olmak için bekliyoruz. Bir ara beni karavana almayan deli kılıklı, tüy bıyıklı genç arkadaş oturduğu tabureden kalktı. Biz ayaktaki diğer yardımcı oyuncular boştaki tabureye melül melül baktık bir müddet. Sonra silah sesi gelmiş de start almış koşucular gibi hepimiz birden tabureye atladık. Tabure kapma olayını çok ciddiye aldım ve beni yaşına rağmen geçip tabureyi kapma olasılığı olan amcaya omuz attım, son bir hamleyle kaptım tabureyi. Rocky filminde Sylvester Stallone’nin madalyasını kaldırıp “Adriyınnn!” dediği gibi tabureyi kaldırdım “Aldııımm!” diye bağırdım gökyüzüne. Civardakiler bana baktı, bazıları ‘sessiz olalım’ diye uyardı. Ben sırıtarak diğer taburede oturan yardımcı oyuncu abinin yanına çektim taburemi. Çok hızlı ayak uyduruyordum sektöre. Başarı kaçınılmazdı benim için.
Sonra iki saat aralıksız oturduğumu hatırlıyorum. Yerim kapılmasın diye acayip sıkışsam da tuvalete bile gitmedim. Ericsson markalı cep telefonu olan yardımcı oyuncu abi sıkıştığımı anlayınca yerimi kapmak için “Prostat olursun, dikkat et.” dedi. Ben sanki durumumdan mutluymuşum gibi “Yok ya… Seviyorum sıkışmasını, dinç tutuyor beni.” diyerek kendimin de inanmadığı bir yalan söyledim. Tuvalete tabureyle mi gitsem diye düşünürken birden yağmur yağmaya başladı. Çil yavrusu gibi dağıldı herkes kuytu yerlere. Ben taburede oturarak kalakaldım bir müddet. Sonra karavanı gözüme kestirdim, taburemi de kaparak karavana koşturdum. O hengame arasında kimse karavana girmemi engelleyemedi. Girdim içeri oyuncular, kuaför ve deli kılıklı genç arkadaş bana baktı. Tam deli bir şey diyecekti ki, oyuncular arasında en yaşlı olanı “Evladım sırılsıklam olmuşsun, otur.” dedi. Deli hiçbir şey diyemedi. Acayip havalardaydım. “Sağ olun.” dedim yaşlı ve iyi kalpli oyuncuya, getirdiğim tabureye oturdum. Karavandaydım artık. Her an camdan kafamı uzatıp Durmuş Abi’den bir şey isteyebilecek durumdaydım. Yağmur yağdığı için çok yormak istemedim Durmuş Abi’yi. Karavandaki küçük kapının tuvalete açıldığını anlayınca ayrıca mutlu oldum. Girdim ve ihtiyacımı giderdim. Sektör, biz oyuncuların tüm ihtiyaçlarımızı gidermek için her şeyi düşünmüştü.
Yağmur dindi ve çekimimi yaptım. Evet, istediğime erişmiştim. İnsan bir şey istemeye görsün, er ya da geç oluyordu. O günkü tek üzüntüm ‘Yedi Dururlar’ grubumuzu bir daha toplayamamak oldu. 2015- Serkan Öztürk
yazı- Serkan Öztürk