Yarım Kahraman
Hikaye – Ahmet Bozkuş
Yine aynı şey olmuştu!
Daha iki dakika bile olmamıştı kadın kafedeki turuncu koltuğa oturalı. Garson, büyük beyaz fincandaki kahvesini getirdi ve kadının önündeki siyah cilalı ahşap masaya bıraktı. Kadın, belli belirsiz tebessüm etti. Kafası başka bir yerdeydi. Kahvesinden ilk yudumu henüz almıştı ki telefonuna bir mesaj geldi kadının, ciğerinin on altı yıl sigara dumanına maruz kalmış diplerinden bir nefes gönderdi kafenin atmosferine. Çantasından özensizce çıkardığı üç beş doları masaya bıraktı ve apar topar gitti.
Yine aynı şey olmuştu: Kahve yarım kalmıştı.
“Bu nasıl bir düşüncesizlik!” diye homurdandı üzerinde kahverengi battaniye bulunan lacivert koltukta yatarak film izleyen pasaklı adam.
Uzun zamandır izlediği her filmde acil bir işi çıkan kahramanlar, kahveyi, çayı, yemeği, içkiyi yarım bırakıp terk ediyorlardı bulundukları mekânı. Bu, içinde kripto mesajlar saklı bir klişeydi, kas yapmak için aldığı halteri kapının önüne takoz olarak koyan adamın kanaatine göre. Garsonlar, vasıfsız işçiler, diyalogsuz figüranlar hep kahramanlardan kalan enkazı veya bulaşığı temizlemek zorunda kalıyordu. Böylesine bir senaryoya müdahale edecek gücü bulur bulmaz, bu oyunu bozacaktı çorabının temiz olup olmadığını anlamak için koklamayı bir alışkanlık haline getirmiş olan adam.
Yaşından beklenmeyen bir hantallıkla hareket ediyordu sabahları. Aynaya bakmaya hiç hevesi olmuyordu. Saçları, gece boyunca bir kör dövüşünün içinde kalmış gibi oluyordu. Gözlerinde biriken çapak, üç harfli düşmanları tarafından oraya bırakılıyor olmalıydı zira bir çift göz, bir gecede bu kadar atık üretemezdi. Hele burnunun üzerinde biriken yağın bilimsel hiçbir açıklaması olamazdı. Yüzünü yıkadıktan sonra yeterince temiz olup olmadığını anlayabilmesi için aynayı da en azından ayda bir kez temizlemesi gerekiyordu. Şayet bu temizliği yapmazsa simasında ikamet eden garip sivilceler, koyu yeşil lekeler, kara noktalar olduğuna inanmaya başlayabilirdi.
Kendisi bu haldeyken nasıl oluyordu da filmlerdeki kadın – erkek bütün kahramanlar fevkalade bir güzellik ve yakışıklılıkla uyanıyorlardı. Bir insan yataktan bu kadar zarif bir şekilde nasıl kalkabilirdi? Neden güzel kadınlar uyanırken yüzlerine vuran gün ışığı onun yüzüne düşmüyordu bir kez bile? Kahramanların ve figüranların uyuduklarında gittikleri alemler de mi farklıydı yoksa? Karavan ve naylon tabure ayrımcılığı uyku dünyasında da mı sürüyordu?
İçinde asil bir isyanın kıpırdanmaya başladığını hissediyordu, diş macununu var gücüyle sıkıp bir fırçalamalık macun çıkarmak için onurlu bir mücadeleye girişen adam. Hele şu dişlerini bir fırçalasın, ondan sonra bu adaletsiz gidişata neşter vuracaktı vurmasına ama sol yanağında ağrıyan bir kızarıklık fark etti. Parmağıyla dokunmadan bile ne olduğunu anlamıştı.
Yine aynı şey olmuştu: Kıl dönmüştü.
“Niye bütün kıllar bize dönüyor? Niye bütün ayakkabılar bizi vuruyor? Niye bütün nasırlar bizde çıkıyor ulan! Kahramanların ayak parmaklarının dokunulmazlığı mı var? Bunda da mı ayak oyunu! Onlara Kral’ın Dönüşü, bize Kıl’ın Dönüşü…”
Büyük bir toplumsal devrime dönüşecek itirazlar bütünü birikmişti içinde, elindeki cımbızla bir mikro cerrah hassasiyetiyle yanağının solunda bir şantiye oluşturan adamın.
“Ben bu oyunu bozarım bozmasına ama şu solumdaki kıl dönmesi yarasının izinin geçmesini beklemek zorundayım. Ve nedense hep solumda bir yara…” diye kendisine biraz daha mühlet verdi, buzdolabından ihraç ettiği küflenmiş peynir ve salçayı altı delinmiş çöp poşetine atarken adam. Attığı her adımda sabit aralıklarla çöp suyu damlıyordu onun peşi sıra. Ardında bıraktığı en kalıcı iz bu olmuştu şu hayatta. Bu durum ona Hansel ve Gretel’in yürek parçalayan dramını hatırlattı ve bugün de üzülecek bir şey bulmuştu nihayet kendisine.
Ayakkabılarının arkasına basarak, kafasıyla açtı evin kapısını zira iki elinde de tıka basa dolu çöp poşeti vardı. Sabahın bu saatinde kafasını kullanmış olmanın haklı gururu yayıldı bütün benliğine. Tam kapıyı kapatıyordu ki, bir ses duydu:
“Kestik!” dedi homeless imajlı yönetmen. “Anahtarları almayı unuttun. Buzdolabından tekrar alalım.”
Hayatının ilk başrolünde diyalogsuz bir figüranı oynuyordu adam. Sadece monolog yapıyordu bu siyah beyaz sanat filminde. Çöp poşetlerinin makyajı tazelendi, buzdolabına lokal ışık ayarlandı, çaydanlığa replikleri hatırlatıldı, tuzlukların kostümü gözden geçirildi.
Cep telefonunu ve öz güvenini naylon tabureye bırakıp sahnedeki yerini almadan önce karton bardaktaki buz gibi kahveyi kafasına dikip bitirmek istedi. Yarım bırakamazdı çünkü kendisi bir kahraman değildi. Ve dikti kafasına! Tam bir yarım kahramana yakışır sakarlıkla üzerine döktü kahveyi. “Eyvah!” diyerek fırladı yerinden üzerinde kahverengi battaniye bulunan lacivert koltukta yatarak film izleyen pasaklı adam. Elinde kupayla uyuyakalmıştı ve kahvenin üzerine dökülmesiyle uyanması bir oldu. “Koltuğun üzerine iyi ki battaniye örtmüşüm.” diye şükür odaklı bir düşünceye dalmışken bir ses böldü bu anı:
“Kestik!” dedi, yakın zamanda saç ektiren yönetmen. “Devamlılık hatası oldu. Sağından değil, solundan kalkman gerekiyordu.”
Yine sol, yine devamsızlık, yine yarım kalan bir sahne diye düşündü makyaja gerek duymadan silik bir karakteri oynayabilen adam.
Yine aynı şey olmuştu: Rol üzerine yapışmıştı.
Hikaye – Ahmet Bozkuş