Kelebek Mezarlığı
Yazı- Şeyma Yol Kara
Kristal vazodaki ölü çiçekler gibi uyanıyorum her sabah. Nerede olursam olayım geçmişimden kaçamıyorum. Köklerim o suların içinde olduğu müddetçe kopamayacağımı anlıyorum. Mutlu olmaya çabaladıkça sanki daha çok dibe çekiliyor gülüşlerim. Yine de çoğu zaman onun beni şımartmasına ve onu çok sevdiğim için naz yaptığımı düşünmesine izin veriyorum. Elimden geleni yapıyorum.
Çok uzun zaman oluyor geçmişi düşünmeyeli. O kadar uzun ki iklimler bile değişiyor. İşte ben bütün o iklimler boyunca gözlerimi her kapattığımda aynı rüyayı görüyorum. Kelebek mezarlığında geçiyorum yalın ayak. Ayağımın altına yapışan kelebek kanatlarına aldırış etmiyorum. Yürüyorum. Yanımda gittikçe ufalan bir gölge yürüyor. Gölge ufaldıkça ben büyüyorum. Çok karanlık. Yüzüne bakmıyorum ama o gölgenin anneme ait olduğunu biliyorum. Nefesinden tanıyorum. Bana kızmış gibi kokuyor nefesi. Uzun uzun yürüyoruz. Kelebekler üzerimize yağıyor, annem ufalıyor. Biraz daha yürüyoruz karanlıkta. Annem görünmüyor. Annem gömülüyor. Üstüne ölü kelebekler atılıyor toprak yerine. Ablam kazıyor tırnaklarıyla ölü kelebekleri. Annem yok oluyor. Ablam da açık sarı kanat yığınlarının altında kalıyor. Uyanıyorum gözlerim tavanda. Yüzüm ıslanmış biraz. Ağzımda geçmişin tuzlu tadı kalıyor. Hala çarpan çocuk kalbimi yerinden çıkarmak istiyorum. Yapamıyorum. Hızlıca giyinip annemin her baktığında beni mutlu sandığı fotoğraftaki adama bir not bırakıyorum. Kısacık. “Kelebekleri gömmeye gidiyorum.” desem anlamayacak. “Gidiyorum, belki dönerim.” yazıyorum. Beni anlayışla karşılayacağını biliyorum. Hep karşıladı. Aynı rüyayı görmekten korkup gözlerimi kapatmamayı seçiyorum.
Hava boğucu bir sıcaklıkla yüzüme vuruyor. Sandaletlerimi çıkarıp ayaklarımı ön koltuğa dayıyorum. Kocaman otobüste benden başka kimse yokmuşçasına. Cehennemden kaçmış bir zebani var gücüyle enseme üflüyor. Selvi ağaçlarını görüyorum uzaktan. Ayağa kalkıp kapıyı zorluyorum. Mecburen duruyor, iniyorum. İnmiyorum yola fırlatılıyorum sanki. Ne bir eşyam ne de ayağımda ayakkabılarım var. Homurdanarak giden otobüs sıcaktan buhar oluyor. Kelebek mezarlığından geçiyorum yalın ayak. Annem beni buraya getirdiğinde daha genç kız bile olmamıştım. Yine böyle bunaltıcı, ekşi kokan bir havaydı. Akşamüstüne doğru hafif bir rüzgar çıkmıştı. Aylardan ağustostu. Ağustos böceklerinin çatlayarak ölmelerine az bir vakit vardı. İşte o zaman açık sarı kanatları olan küçücük kelebekler gökten yağmur gibi yağmaya başlamıştı. Hiç kimse hayra yormamıştı, köy sus pus olmuştu. Meydanda oynayan çocuklar, yere düşen kelebekleri ezmemeye çalışıyordu. Köyün erkekleri, her zamanki umursamazlıklarıyla tütün sarıp içiyordu. Gece boyu sürmüştü kelebeklerin yağması ve ölmesi. İşte o gece getirmişti annem beni buraya. Tam da şimdi durduğum bu yerde durmuştum. Korkuyla anneme bakmıştım. “Eğer gitmezsen sen de bu kelebekler gibi köyün göğünde dolandıktan hemen sonra düşersin toprağa. Saltanatın bir gece sürer. Benim gibi ablan gibi, teyzen, halan ve köydeki bütün kadınlar gibi.”
Ağlıyorum. Ben gittim anne. Çok sevildim. Köyün göğünde hiç dolanmadım. Ama bak yine düşüyorum toprağa. Senin gibi kan kusmadım, yüreğimi ağzımda taşımadım. Ablam gibi tekme yemedim çiçekler yetiştirdiğim rahmime. Bak kelebekler yine yağıyor. Köklerimi koparıp atamıyorum. Toprak mı çekiyor beni anne? Kelebek mezarlığında kalıyorum yalın ayak ve çırılçıplak. Üzerime sarı renkte ölümler yağıyor.
yazı- Şeyma Yol Kara