Bir Dilim Portakal
Üzerinde daha bir heybetli göründüğü kır atıyla çok uyumlu bir şekilde çevik hareketler yapıyor, yola kadar eğilmiş ceviz dallarına kafasını çarpmadan ustaca ilerliyordu. Önündeki son yokuşu da geçince evini görecekti. Kaygan taşlarla kaplı bu bozuk yoldan yüzlerce defa atının üzerinde geçmiş olmasa cesaret edilecek iş değildi doğrusu ama atı hangi ayağını nereye basacağını gayet iyi biliyordu. Ne yularından çekmesi ne de kırbacıyla vurması gerekiyordu. Kırbaç da yoktu zaten. Atıyla arkadaş gibiydiler. İnsan hiç kendisini sırtında taşıyan yol arkadaşına vurur muydu!
Yokuşun sonundaki düzlüğe, harman yerine, ulaştılar. Atın keyifli keyifli kişnemesi yalnızca birkaç ev bulunan koyakta yankılanmış ve evin önündeki çardakta bulgur pilavının yanına salata hazırlayan genç kadına, kocasının geldiği haberini vermişti. Mutluluğunun belirtisi olan bir gülücük yayıldı yüzüne. Sonra tedirgin bir şekilde etrafa bakındı, sevincini gören kimse oldu mu acaba, diye. Acar bir gelin sevincini gizlemeliydi köy yerinde.
Atının yelesini okşadı, rahat etsin diye ipini epey uzun bıraktı, yem torbasını doldurdu ve heybeyi omzuna alıp eve doğru yürüdü adam. Heybenin içinden aldığı üç portakalı çardağın tahta korkuluklarının arasından eşine doğru yuvarladı. Söz söylemeden sevdiğini söyleme şekliydi bu. Portakalları sevinçle eline alan karısının gözlerindeki ışığı görünce büyük bir iş başardığını hissetti.
Karısı daha bu sabah portakal aşerdiğini söylemişti, atının sırtına atladığı gibi yola düşmüş, ne yapmış etmiş ve mevsimi olmamasına rağmen portakalları bulmayı başarmıştı. Bu, şimdiye kadarki en büyük kahramanlığı sayılırdı.
Görücü usulüyle evlenmişlerdi. İlk kez, duvağını açtığında görmüştü yüzünü karısının. Bu kadar güzel bir yüz beklemiyordu açıkçası. Nihayetinde kendisi erkek güzeli değildi. İlk görüşte aşk tam olarak bu olmalıydı. Ona her baktığında, çok şanslı olduğunu hatırlatıyordu kendine. Yalnızca yüzü güzel değil, tatlı dilli güler yüzlü bir hayat arkadaşı bulmuştu kendine, keyfine diyecek yoktu.
Çardaktaki kırlente yaslanmış, tütününü sarmış, çayını yudumluyor ve karnında ilk çocuğunu taşıyan aşkının iştahla portakal yiyişini izliyordu. Tütünü yakmaktan vazgeçti, bir demli çay daha koydu bardağa.
Hareketsiz bir şekilde uzandığı yatağında elli küsür yıl önceki bu hatırayı düşünüyordu. Bedenine musallat olan hastalık bütün kaslarını esir almış, hareket kabiliyetini yok etmişti. Günden güne yitirdiği sıhhatinden çok daha fazla üzen bir şey vardı onu. Hiç konuşamıyor, yerinden kıpırdayamıyordu ama bakışlarında gezinen kara bulutlar her an hissediliyordu.
Aynı odada birkaç metre ötede başka bir yatakta kendisi gibi hareketsiz yatan eşini, hayat arkadaşını, aynı yastıkta ömür geçirdiği sırdaşını görüyor ama ona dokunamıyordu. Neredeyse on yıldır ona, bir çocuğa bakar gibi bakmıştı oysa. Yemeği, suyu, ilacı… Saçlarını da tarıyordu tırnaklarını da kesiyordu. Her gün onlarca kez duyduğu sorularına hiç sıkılmadan cevap veriyor, hafızasıyla irtibatı gittikçe zayıflayan eşini kimseye muhtaç etmiyordu. Sağlığı müsaade etse böyle devam edecekti ama olmadı. Aniden vuran bir fırtınanın koca bir ağacı devirmesi gibi yatağa düşürmüştü ihtiyarı bu hastalık.
Bakıma muhtaç hale gelmek ömrünün en ağır imtihanıydı. Hem kendi ailesine hem de ulaşabildiği herkese kol kanat germiş, gücü yettiğince sofrasını paylaşmış, elindeki avucundakini darda kalandan esirgememişti ömrü boyunca ama şimdi bir yudum su için bile başkasına muhtaçtı.
Evinde hareketsiz yattığı o bayram günü çocukları, torunları, yeğenleri, hısım akraba kim varsa hepsini görmüştü. Gözleriyle bayramlaşıyor, onların anlattıklarını dinliyor, nefesi yeterse gülüyordu. Gelen misafirlerden sigara kullananlar varsa önceden hazırladığı yazıyı gösteriyor, sigarayı bırakmalarını istiyordu.
Akşam olunca ev biraz tenhalaşmıştı ama eskiden beri sessizlikten, küskünlükten hoşlanmazdı. Küçücük torunlarını bile karşısına alıp “Anlat hele…” derdi. Onun bu huyunu bildikleri için başlarından geçenleri, işlerin nasıl olduğunu, sınavın nasıl geçtiğini, havaların durumunu, buğday tarlalarını, üzüm bağlarını anlatıyorlardı. O da bakışlarıyla kısa sorular sorarak ya da onaylayarak muhabbete ortak oluyordu.
Birazdan mutfaktan büyükçe bir tepsinin içinde portakal, mandalina, nar, Çukurova’nın kış zenginliği ne varsa, geldi. Çocuklarından biri soyduğu ilk portakalı evin en büyüğü olduğu için ilk ona getirdi. Katı yemek yiyemez durumdaydı ama hiç olmazsa portakalın suyunu yutabiliyordu. Kendisine gelen bir dilim portakal için ağzını açmadı. Başını sallayarak “Hayır” dedi. Gözleriyle diğer yatakta uzanan ve evdeki hiç kimseyi hatırlayamayan eşini gösterdi. “Önce annenize verin.” diyordu.
Belki eşi, aşkı, sırdaşı, hiç kimseyi, hiçbir şeyi hatırlayamıyordu ama o, her gününü hatırlıyordu birlikte geçirdikleri yılların. Varlığı da yokluğu da paylaşmışlardı. Tek odalı bir evde omuz omuza vermişler, gündüzleri pamuk toplayarak, akşamları yün eğirerek helalinden kazanmışlar ve mutluluğu birbirlerinin kalbinde bulmuşlardı.
Sevdiği kadının duvağını açtığında gördüğü o mahcup güzellik, yere bakan utangaç gözler, gülünce serinleten siması bir fotoğraf gibi asılı duruyordu aklında ihtiyarın. Bu hastalık her şeyini almıştı elinden ama hatıralarına dokunamamıştı. Acıyı da hissediyordu evet ama en mutlu anlarına da tutunuyordu işte bu sayede.
Elli küsür yıl önce atının heybesinden çıkardığı üç portakalla aşkını fısıldadığı eşine şimdi yattığı ölüm döşeğinde aşkının hala yaşadığını söylüyordu. Bir dilim portakal büyüyor, şairlerin binlerce yıldır cevabını bulamadığı bir sorunun cevabı oluyordu.
Ve bir kış günü, eşine portakal çiçeklerinden bir karşılama buketi hazırlamak için önce o terk ediyordu bu dünyayı.