Ölüm Öncesi Yorgunluk
Yazı – Rasih Yılmaz
“Niye bileklerini keserek intihar edenler, banyo küvetlerini soğuk suyla doldurur ve suyun içine uzanırlar ki?
Kanın pelteleşmesi suyla temas edince daha mı geç oluyordu?
Ya da suyun basıncı kanın akışını yavaşlatıp ölüm anını mı uzatıyordu?
Kan uykusuna yatmanın bilinçli bir hali miydi yoksa tercih edilen?
Bir de çıplak oluyorlardı. Suya elbiseyle mi girilirdi ki, ya da bu detayın bir önemi var mıydı?
Kim bilir belki de geldikleri gibi gitmek istiyorlardı dünyadan; anadan üryan.
Doğum ve ölüm metaforu bu kadar basit miydi!
Anne karnındayken ‘var’ edildiği sudan çıkarken başlayan yaşam, yine su ile ‘yok’ oluyordu.”
Susadığını fark etti.
Sustu.
Ya da susmak istemişti.
Oturduğu sandalyeden yavaşça kalktı. Kalemini, kâğıdın üstüne öylece bıraktı.
Nedense son yazdığı cümleyi mırıldanarak bir kez daha okudu; “Anne karnındayken ‘var’ edildiği sudan çıkarken başlayan yaşam, yine su ile ‘yok’ oluyordu.”
Tüm bu düşündüklerini intihar edenler düşünüyor muydu acaba? Yoksa yalnızca bileğe çapraz jileti vurup damarlarındaki kanı özgür bırakıp ayrılıyorlar mıydı buradan…
Buradan!
Neresiydi ki burası?
Dünya mı, yaşam mı?
Yaşam ile dünya farklı mıydı?
Sahi tüm dinlerde neden günahtı intihar?
“Allah’ın verdiği canı Allah alır.” fikri miydi yoksa söz konusu inancın alt yapısı.
Oysa Habil’i öldüren Kabil almamış mıydı ilk canı!
Evet, Allah’ın verdiği canı Kabil almıştı.
O zaman niye Kabil’in intiharı değildi bu…
Niye Kabil’e yüklenen katil sıfatıyla intiharın üstü kapatılmıştı.
Titrediğini fark etti ama hareketlenmesine esas sebep olan açlıktı. Son birkaç ay içerisinde oldukça zayıflamıştı. Kemerinde sıkacak deliğin kalmadığını o an fark etti. Elleriyle alnına düşen yıpranmış saçlarını yukarı doğru itti. Mutfağa yöneldi. Buzdolabını açtı. Küçük bir tabak içerisindeki dört-beş zeytini gördü. Az biraz da peynir vardı, üstü ise hafif küflenmişti. Umursamadı. Zeytin ve peyniri dolaptan aldı. Masanın üstüne bıraktı. Masadaki kurumuş ekmeğe uzandı tasın içindeki suya koydu. Ekmeğin sertliğini böylelikle halletmiş olacaktı. Peynirin üstündeki küfleri sıyırdı, su da yumuşayan ekmeği çıkardı. “Zeytin, peynir ve ekmek.” dedi.
İroni mi yapmıştı, trajedisinin altını mı çizmek istemişti beyhude.
Uzun süredir evdeydi, sokağa çıkmadığı için alışveriş de yapamamıştı. Sanki bakkala gitse alacak parası vardı da.
Güldü. “Şimdi ben hangi öğünü yedim?” diye mırıldandı. “Sabah kahvaltısı mı, akşam yemeği mi?”
Kafasını kaldırdı, cama doğru baktı… Sokak lambasının ışığı pencereye vuruyordu. “Evet akşammış.”
Lambanın gölge oyunları, camında kendine bir sahne bulmuştu sanki. Çocukluğu aklına gelmişti; gökyüzüne baktığında bulutların koyuna benzemesi vesaire.
“Ne kadar da basit bir bilinçaltı göndermesi…” diye düşündü.
Bulutları koyun olarak görmesi mi, yoksa zihninin camdaki gölge oyunları karşında geçmiş vurgusu yapması mı bunu söyletmişti bilemedi.
“Neyse…” dediği sırada elinde sıcak bir ıslaklık hissetti.
Tırnak aralarındaki kan parmaklarına doğru sızmaya başlamıştı. Kanın nerden geldiğini anlamaya çalışırken dirseğinin altında ve bileğinin üstündeki et kesiğini fark etti.
Etin içi öylece gözüküyordu. Ne kadar zamandır camın önünde olduğunu düşündü bulamadı.
Fakat bu zaman zarfında farkında olmadan tırnaklarını kaşıya kaşıya etine geçirmiş ve bir yara açmıştı. Yara o kadar derindi ki sinir uçlarını dışarı çıkartmıştı.
Öylece, “Kanamak yaşamaktır!” deyiverdi ve dehşet bir acı ile irkildi. “İnsan niye kanar ki?” diye düşünmesiyle birlikte acı tüm bedenini sarmıştı.
“Hayır, beynimin kendisi acıyı hissedemez. Çünkü beynimin acı reseptörleri bulunmamaktadır.” demesiyle sinir uçlarının hareketlendiğini fark etti.
Sinir uçları açılmıştı bir kere. Acıyı engelleyemiyordu.
Düşündükçe de acısı artıyordu.
Ne oluyordu? Düşünmek nasıl bir acı merkeziydi!
“Düşünmemeliyim, düşünmemeliyim!” derken bile dayanılmaz bir ızdırap içerisine giriyordu.
Parmaklarıyla da sinir uçlarını çıktıkları et yarığına itmeye çalışıyordu bir taraftan. Öyle ki, ittikçe sanki içerde ona direnen bir güç vardı.
Nasıl bir döngüydü, kedinin kuyruğunu yakalamaya çalışması gibi bir hal ile karşı karşıyaydı. Düşündükçe kıvranıyordu, düşünmeden ise duramıyordu.
Tekrar tekrar, “Öyleyse düşünmemeliyim, düşünmemeliyim…” dedi panikle.
Hızlıca kanayan bileklerini masanın üstünde ekmek ıslattığı su tasının içine soktu.
“Susamıştım.” demesiyle dengesini yitirdi ve kafasını sertçe duvara vurdu.
Nasıl olmuştu da birden beden kontrolünü kaybetmişti.
Zihninin tüm kapıları açıldıkça yeni bir acı dalgasıyla karşı karşıya kalıyordu.
Artık sinir uçlarının kontrolüne geçmişti vücudu.
Ne düşünmeyi engelleyebiliyordu ne de acıyı…
“Hayaaat, inançç, insann, zulüm, mazlum, yokluk, varlık, ölüm, nefes, hak, aşk, anne, baba, evlat, ahir, soyut, somut, karanlık, ışık, şeytan, elma, Adem, Havva, bilim, ruh, riya, benlik, kurbannnnn, Kâlû Belâ, kader…”
Bir anaforun içerisinde gibiydi.
Cennetten kovulma ile başlayan tüm yaşamın bedelini ödüyordu sanki.
“Kabil yapmaaaa!” diye bağırmasıyla birden yere yığılıverdi.
“Uyanmamalıyım. Uyanmamalıyım, uyanmamalıyım, uyanmamalıyım, uyanmamalıyım, uyanmamalıyım…”
Sokağın lambası henüz sabah güneşinin ışıklarına yenilmeden son bir hamle ile gölge oyunlarına devam etti.
Sahne henüz bitmemişti…
Camdaki acının buğusuna yazılmış yerde yatan Habil’in son satırlarının üstünde oynaşıyordu:
“Rüzgârın yutamadığı bütün seraplar, çizemezken ‘söz’ün resmini… Zamanın henüz kadere yazılmadığı, ruhların ’hiç’lere üflenmediği sırada, uzanamadığım bütün yalnızlıklar… Sonrası, ölüm öncesi yorgunluk. Azrail’in yüzüne kondurduğum tebessüm, unuttuğum şiirler, o tebessümde görmeye çalıştığım ‘inat’ ve oyun; hepsi bu… Öyleyse kumsalında dolaştığım ölüm, sen; hangi şiirde çıkarsan çık karşıma…” (1 Ağustos 2020)
Yazı – Rasih Yılmaz
Fotoğraf – Serkan Öztürk