Çiçeğim

Çiçeğim

Hikaye – Sabriye Salbaş

Evin kapısını çat diye kırdıklarını duyuyorum. Elimdeki sulama kabı korkudan doldurmaya unutuyorum. Toprağı etrafına hızlıca dağıtıyorum. Yine iki asker evimizi, hayallerimizi dağıtmaya geliyorlar. Ablamın sessizce çırpınışlarını duyuyorum ve arkama dönemeden ikisi karşımda duruyor. Öndeki haylaz, makamı ile şımarmış orta yasta bir genç, “Baban nerede? Şair Emir nerede!?” Soğuk nefesi esiyor yüzüme yüzüme. Sesim çıkmıyor, ne kadar da zorlasa. Diğeri ise etrafa bakıyor. Çiçekleri inceliyor, ben heyecanlanıyorum, soğuk terlemeye başlıyorum. Haylaz olanı, ısrarların faydalı olmadığını görünce sıkıca kolumu tutmaya başlıyor. Kolumdan dağılmaya başlayan acı. Diğer genç asker araya giriyor, “Kadına karşı ayıp olur. Yapmayın.” diyerek elini çekmesi için onun koluna giriyor ve bir kaç saniye sonra bırakıp, gidiyor. Genç asker, sonradan öğreniyorum, onun ismi de Emir, yüzüme bakıyor, “Çiçekler, hanımefendi, sulamayacağınız çiçekleri almayın!” deyip, yavaşça arkasına dönüp giderken, hangi cesarete dayanarak “Hiç şiir okumamış kadar kötüsünüz.” diyorum. Bir saniye olsun duruyor sonra devam ediyor. Sakinleşiyorum o an. Köşedeki çiçeğe takılıyorum. Az da olsun solmaya yakın, yanına gidiyorum, daha tam sakinleşmediğimi hissediyorum. Sakladığımız kitaplardan Özdemir Asaf kitabı gözüküyor. Şaşırıyorum, genç asker görmüş olması gerek. Sonra Özdemir Asaf’ın cümlesi aklıma geliyor “Sulamayacağın çiçekleri sevme”…

….

Tüm çaresizliğimi alıp, gidiyorum yoluma. Hiç istememiştim, bu yola çıkmaya, hiç istemedim. Gönlüm edebiyat denizlerinde gezerken, bedenimin yeşil üniforma altına ezilmesi, ağırdı, çok ağırdı. Bu mesleğe başlayalı tam 3 sene olmuştu ve ben hala alışamadım. Yine yer değişikliği olduğundan yola koyulmuştum. Acaba anneme iyi bakarlar mı? Kardeşim ve annemin doktoralarını tembihlememe rağmen, aklım oradaydı. Bir bitse annemin tedavisi, bir bitse ilk işim şu üniformadan kurtulmak olacak. Tam üç senedir, tam üç senedir bitmedi…

Gece yatmadan önce, tekrar kitapları toprakların altında çıkarıyoruz ablamla. Acaba babam nerede? Kim bilir, yine kimin evinde saklanıyordu. Yazdığın iki kelimeden ötürü tüm ülke de aranıyordu. Yazdığı da aşk için, sevgi için, dostluk içindi… Bize emanet ettiği kitapları ablamla elimizden geldiği kadar saklamaya çalışıyorduk. Zor oluyordu elbet. Aklı dönmüş hükümetin şiire karşı alerjisi vardı.

Yatmadan aklıma genç askerin cümlesi geldi, “Sulamayacağın çiçekleri sevme!” okumuş olabilir miydi bir Özdemir Asaf, bir şiir… “Saçmalama!” diyorum, “Okusa niye toplamaya gelsin kitapları.” Uyumaya çalışıyorum.

Yine şehir içinde nöbetim başlıyor, elimde silahla, halka ve insanlara kimin güçlü olduğunu gösterme amaçlı verilen silah, sıcak günlerde bir hayli ağır geliyor. Gerçi öyle bir şey hep ağır gelir. Yolun sağ tarafında dün ki çiçekçi kızı görüyorum ve o an sanki elimdeki silahı kendi göğsüme saplamış gibi hissediyorum. Üstünde mavi bir elbise var ve kimsenin yüzüne bakmadan hızlı hızlı yürüyor. “Ah,” diyorum, “bir bilse içimdeki şiirleri.”

“O… Dünkü asker, beni görmeden uzaklaşayım diyorum, aklımı orada bırakarak. “Acaba…” cümleyi bitiremeden, “Yine saçmalama!” diyorum, “Asker o,  babanı arayan, kitapları toplayan normal bir asker!” Dolanmadan eve doğru ilerliyorum ve o günden sonra her gün genç askeri görüyorum.

….

O kızda bir güzellik, bir iyilik var sanki. Çok şiir okuduğundan mı, ondaki bir şeyler beni kendisine çekiyor. Gece gündüz onu düşünüyorum. Birkaç kez onların evine baskın olmuştu ve beni yanlarında götürmediler. Belki de bazı şeyleri hissetmişlerdir. Aslında ben bile ne hissettiğimi anlatamıyordum kendime. Sadece sürekli çiçekçi kızı takip ediyordum. Ve tekrar öyle bir güne denk gelmiştim. Baskın olacaktı ve bu sefer çiçekçi kızın babasını evde basacaktık. Şu an düşündüğümde birisini şiir yazıyor diye tutuklamak ne kadar saçma olduğunu anlıyorum. Ama o günler mecburdum, annem diyordum, tedavi diyordum. Evlerine gittiğimizde çiçekçi kızı göremedim. Balkona gidip, çiçeklerin arasında aradım, bulamadım. İlk geldiğimdeki solmaya yakın olan çiçek yeşermişti. Yanına yaklaştım, içindeki kitabı da almışlar. Ben ise tüm cesaretimi toplayıp, küçük bir not bıraktım.

Yine baskın olmuştu ve ev darmadağınıktı, babamı bulamamışlardı. Hemen balkona koştum, çiçeklerime dokunmamışlardı. Tek tek hepsini kontrol ettim. “Bu vahşilik ne zaman bitecek?” diye kendimce hüzünleniyordum. Sonra elim küçük bir kâğıda denk geldi. İçinde Nietzsche’nin bir sözü vardı “Güzel çiçekler, nadir olduğu kadar güç elde edilir.”

Bu sefer yaklaşacaktım çiçek kıza, içimdeki açtığı derinliği ona anlatmak gerekirdi. Tüm dünyanın yüküne, üniformanın gücüne rağmen karanlık dünyada çiçek yetiştirip, şiir okuyordu. Nasıl bir derinlikti. Yine takip ettim ve ıssız alanda konuşmaya başladım. Önce,“Ben kötü değilim” demek geldi içimden. Küçük bir tebessümle, “Biliyorum, bayım. Ama İyilik yapmayana da iyi denilmez.” dedi ve gitti.

Nefesim daralmıştı. Notu bırakanın Emir olduğunu anlamıştım. Öyle heyecanlı bir duygu üstüme konmuştu ki, çiçeklerin kokusu, şiirlerin satırları daha güzel gelmeye başlamıştı. Çektiğim her çiçek kokusunun sonunda küçük bir sızı oluyordu gönlümde. Farklı dünyaların iki insanı sizce hangi noktada birleşebilirler? ‘İmkân’ denen şey olur mu iki farklı kümede olanlar için de?

Her birbirimizi gördüğümüzde üstümdeki üniforma daha da bir ağırlaşıyordu benim için. Bana tatlı bir tebessümle bakıp, “Olmaz!” diyordu. Nasıl olsun ki, babasını öldürmeye hedeflemiş bu üniforma benim üzerimdeyken. Çıkartsam nereye bırakacaktım ki, nereye dayanacaktım. Hayatımda hasta bir annenin sorumluğu vardı ve mecburdum. Beni derin duygularla bırakmıştı çiçekçi kız, yaklaşsam, olmazdı, uzaktan izlemek de ızdıraptı…

Bırakın kavuşmayı, konuşmak bile bize ağır geliyordu. İnsan kaç farklılıkla yaşayabilirdi? Atamıyordum adım, cesaretim gördüğüm ilk gün bitmişti. Ona yaklaştığım an sanki tüm kitaplar, tüm şiirler ve tüm sevdiklerim yanacaktı.

“Çiçeğim,” diyesim geliyordu, “ben yeşile bürünmüş bir çaresiz, sen ise şiire bürünmüş bir çiçek. Gidiyorum, bunu demek ne kadarda zor olsa da. Bu üstümdeki ağırlık kalkmadığı sürece bize bu dünya ağır gelecekti. Bundan öte bize sadece ayrılık var. Bundan ötesi fazla. Ama şunu unutma sevgili,

Yansımalar tutmuş bütün sahili

Çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var

Öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil

Çünkü ayrılık da sevdaya dahil

Çünkü ayrılanlar hala sevgili…” (Attila İlhan)

Eylül 2020

Hikaye – Sabriye Salbaş

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi