Kendine Ait Olmayan Bir Oda
Öykü – Şeyma Yol Kara
Fotoğraf – Paula Schmidt
İki yanımda iki beyazlı adam, leş kokan koridorda yürüyorum. Kokuyu duyunca canım sigara çekiyor. Odamdan çıktığımdan beri hiç sigara içmedim. Burada duvarlar gri. Eskiden beyaz olan bir gri. Sonra yavaş yavaş siyahlaşacak olan gri. Beyazı sevdiğimi duyanlar gözlerini fal taşı gibi açarak bakıyor bana. “Ölüm siyah renk,” diyorum. Yaşamak bembeyaz oysa. Dinlemiyorlar, duymuyorlar, durmuyorlar. Giyiniyorum hızlıca. Dolabımda hiç siyah giysim yok. Ayakkabım yok, çantam da. Galiba ölmemden çok kendimi öldürmemden korkuyorlar. Alıp getiriyorlar beni buraya.
Doktorun odası beyaz, çok seviniyorum. Karşısına oturuyorum gülümseyerek. “İnsan olan yanlarım çok ağrıyor,” diye başlıyorum şikayetlerimi anlatmaya. Önemli işlere dalmış belli ki. Kafasını önündeki dosyadan kaldırıp kahve dolduruyor siyah fincanına. Koyu, kopkoyu bir kahve. “Balzac,” diyorum. “Koyu kahveyi çok içiyormuş. Çalışırken on hatta yirmi bardak içtiği oluyormuş. Sonunda kalbi dayanamamış ve kahveden ölmüş. Koyu kahveden.” Gözlüklerinin üstünden bana bakıp yerine oturuyor ben yine gülümsüyorum. “Ama hava gazından ölenler de var. Sadık Hidayet mesela. Yazmış yazmış ve ölmüş. Hava gazından.” Bu defa bana ters ters bakmaya başlıyor doktor. Onu teselli etmem gerektiğini düşünüyorum nedense. “Allah’tan artık hava gazı falan yok. Eskiden varmış.” Niye geldiğimi unutuyorum. Küçük bir odaya koyuyorlar beni. Bir eşyayı bir bitkiyi bırakır gibi bırakıyorlar. Neyse ki bu oda da beyaz, yine seviniyorum. Annem geliyor aklıma sevincim yarım kalıyor, üşüyorum. “Her şeyi bilmek iyi değildir, iyi gelmez insana,” sözü kulaklarımda çınlıyor. “Bilmemek mutluluktur,” diyorum içimden onu haklı çıkarırcasına. Hiçbir şey bilmeyen Sokrates, çok mu mutluydu acaba? Bilemiyorum. Bildiklerimi unutmaya çabalıyorum. Çok bilenleri ve çok gülenleri sevmiyorlar cenazelerde bir de rakı masalarında.
İlk gece beyaz duvarlarla bakışıyoruz. Onlara da gülümsüyorum. En iyi yaptığım şey gülümsemek çünkü. Hiç gülmeyen babam geliyor bu defa aklıma. Daha çok gülüyorum. Beyaz duvarlar da benimle birlikte gülüyorlar. Uykuya dalar dalmaz acılı bir çığlıkla uyanıyorum. Duvarların beyazlığı yerini simsiyah bir karanlığa bırakmış. Şaşırıyorum. Yerimden kalkıp kapının küçücük penceresinden bakıyorum. Karşıda rengarenk kapılar görüyorum. Tam yedi tane. Sırasıyla kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor. Mavi oda tam benim karşımda. Anlıyorum ki çığlık sesi oradan geliyor. Beyaz giyen adamlar gelip mavi odaya giriyorlar, ses hemen kesiliyor. Uyuyorum yeniden. Ölmemek için uyuyorum. Gözlerimi açıyorum beyaz duvarlar hala yanımda. Onlara daha bir sokuluyorum. Sarılıyoruz. Et getiriyorlar bana beyaz giyen adamlar, yemiyorum. Çok severim oysa. Yiyemiyorum. Bir taş plak çalıyor zihnimde, yaşamak için bir sebep buluyorum. Hep bulurum zaten. Ertesi gece yine aynı ağrılı, acılı çığlık. Galiba benden başka gören yok mavi kapıyı. Duyan da yok çığlıkları. Duvarların koynundan çıkıp koşuyorum gri kapımın minik demirden penceresine. Göz göze geliyoruz mavi odadakiyle. Ben susuyorum bu defa o bana gülümsüyor. Beyaz adamlar geliyor yine. İlk defa beyaz bana ölümü çağrıştırıyor. Ürperiyorum. Bir sıcaklık arıyorum. Beyaz duvarlarla sevişiyoruz.
Sabah insan yerlerim yine çok ağrıyor. Zaten doktora bunun için gelmiştim. Hatırlıyorum. Ama bir faydası yok. Burada daha çok ağrıyor işte, geçmiyor. Kapımın altından sızan mor rengi görüyorum. Pencereden bir mavilik vuruyor, yürüyorum kapıya doğru. Karşıdaki mavi kapının altından kan sızıyor. Koyu kırmızı. Maviliğe karışıyor kırmızılık. İnsan yerlerim beni ağlatacak kadar ağrıyor. Ölümün kokusunu duyuyorum. Yine babamı hatırlıyorum. “Ben,” diyorum “bu ağrılarla da olsa yaşayacağım, öldürmeyeceğim kendimi.” Bağırıyorum var gücümle gri pis koridora doğru.
Buradaki herkes deli mi, dışarıdakilerin hepsi akıllı mı? Bunu düşünüyorum dokuz aydır. Bugün tam dokuz ay on gün olacak. Öldürmedim hala kendimi. Bütün acılarıma karşın gülümsüyorum. Duvarlar çok soğuk bugün. Grileşmeye başlıyorlar sanki yavaştan. Bacaklarımı karnıma çekiyorum, gözlerim kapalı. Bir sancı gelip geçiyor. Beynimden girip parmak uçlarımdan çıkıyor. Sonra odanın içinde duvarlara çarpa çarpa dolaşıp yine geliyor. İnsan kalan yerlerimdeki acılardan daha başka bir his bu. Terliyorum, şişiyorum bir balon gibi. Patlayarak ölmekten korkuyorum. Kendimi Zweig’i, Wolf’u, Beşir Fuad’ı düşünürken buluyorum. Bağırıyorum, kimse duymuyor. Bütün okuduklarım, öğrendiklerim beynime hücum ediyor. Uzaklaştıramıyorum hiçbirini. Beyaz giymiş ölü adamlar gelmiyorlar. Çığlıklarım mavi odadakinden daha yüksek çıkıyor halbuki. Ölüyorum sanıyorum. Bütün beyaz duvarlar, gri duvarlar, tüm o renkler birdenbire hissizleşiyor, sağırlaşıyor. “Ölüyorum, ölüyorum.” diye sayıklıyorum. Ama ölmüyorum. Ölmeyeceğim demiştim. Sancılar gittikçe azalıyor, ben doğuruyorum.
Eylül 2020
Yazı – Şeyma Yol Kara