Kilitli Kapı

Kilitli Kapı

Hikaye – Serkan Öztürk

Şu an evimin koridorunda durmuş, kilitli odanın kapısına bakıyorum. Matadorun elinde sallanan kırmızı beze bakan bir boğa gibi nefes nefeseyim. Dişlerimi ve avuç içlerimi sıkıyorum. Biraz önce bu Allah’ın belası kapı yüzünden eşimle kavga ettim ve beni terk etti. Evet yanlış duymadınız bir kilitli kapı yüzünden oldu her şey. Bu  kapı yüzünden kendimin bile tanımakta zorlandığı bir insan haline geldim. Yedi ay önce eve taşındığımızda neşe doluydum halbuki. Hayatımın aşkıyla, sevgilimle, can eşimle yaşayacağım evi güç bela bulmuştum. İlk başlarda her şey iyiydi ama gün geçtikçe bu ev, bu kilitli kapı tüm benliğimi ele geçirdi sanki. Huysuz, sinirli, agresif birine döndüm. Ahmet Hamdi Tanpınar bir öyküsünde ‘geçtiği yerlerde hayatı kurutan insanlar’ der, işte tam o insanlardan biri olmuştum. Koronadan dolayı da evden çok çıkamayınca bu kilitli kapıyla durmadan muhatap olmak beni çıldırttı. Zavallı sevgilim de daha fazla dayanamadı tabi. Şeytan diyor ki var gücünle asıl, kır şu kapıyı, ne olacaksa olsun!

Siz de şimdi “Ne diyor bu manyak herif?” diyeceksiniz. Anlatayım; Eşim Canan’la görür görmez birbirimize tutulmuştuk. Evlenme kararı aldık. Kararı aldık, ama bir türlü ‘evlenemiyorduk’. Yani ev bulamıyorduk. Bulduklarımız da bütçemizi çok aşıyordu. Ev bulamayınca da nikah işlemlerini başlatamıyorduk tabi. Sonunda bu evi bulduk. Hastalıklarla boğuşan emekli resim öğretmeni Rasim Bey’in eviydi burası. Huzurevinde yaşama kararı almıştı ve oraya yerleşmişti Rasim bey. Artık kendi kendine bakmayı takati yetmiyordu anlaşılan. Evini de ince eleyip sık dokuyarak kiraya veriyordu. Gözünün tutmadığına, öğrenciye ve bekara kiralamıyordu. Zaten önce emlakçı kriterleri uymayanı otomatikman eliyor, son kararı vermesi için Rasim Bey’e havale ediyordu. Emlakçı, ev sahibinin en önemli şartınınsa üç oda bir salon olan evinin bir odasını kiraya vermediğini, orayı kilitlediğini belirtiyordu. İki oda bir salon olarak düşünün diyordu. Biz “Olabilir, ama önce evi görelim” demiştik. Evi görünce çok sevdik. Tertemizdi ve yeni boyandığı sinen kokudan belli oluyordu. Bu haliyle bile bizim için çok cazipti. Tek odayı kullanamasak da iki kişinin yaşayacağı bir ev olarak bu hali de idealdi. Üstelik iş yerime de yakındı. Rasim Beyle tanıştık. Öğretmen olduğu hal ve tavırlarından, sakinliğinden anlaşılıyordu. Yaşlı ve hastalıklı olmasına rağmen karizmatik görünüyordu. Düzgün Türkçesi, gri takımının içine giydiği beyaz gömleği ve vişne çürüğü kravatıyla tam bir İstanbul beyefendisi duruyordu karşımızda. Rasim Bey de bizi sevmiş olacak ki biraz konuştuktan sonra “Hayırlı olsun.’ dedi. Sevinçliydik. Rasim Bey “Siz benim ilk kiracımsınız.” dedi ve şartları yineledi. Ardından  bir şartı daha olduğunu söyledi;

“İki-üç ayda bir gelirim, kilitli oda da yarım saat vakit geçirmem gereklidir.”

Buna çok anlam veremesek de ‘tamam’ dedik. Başımızı sokacağımız, evlilik işlemlerini başlatacağımız bir ev bulduk ya  bunlar ufak detaylardı. Üç aylık kirayı vererek evi tuttuk. Aslında ben evde hiç bir odanın kapalı durmasını sevmezdim. Yatak odasını bile aralık bırakırdım. Nedeni küçükken yaşadığım bir travmaydı. Galiba 7-8 yaşlarındaydım, evde sadece ben ve annem vardık. Ama annem uzunca bir vakit ortalıkta gözükmüyordu. Aramaya başlamıştım. Yatak odasının kapısı kapalıydı. İlkin kapıyı açmak istemedim, ‘anne, anne’  diye seslendim ama ses yoktu. Sonra kapıyı açtım ve annem yerde baygın yatıyordu. İlkin öldü sandım. Ağlamaya başladım. Ölmemişti, kan şekeri düşmüştü, sonradan kendine geldi ama o an, hissettiklerim hafızama kazındı. O yüzden hiç istemem kapıların kapalı olmasını. Evi tutarken bu aklıma geldi ama o kadar önemsemedim. Çocukluğumda kalan tatsız bir anıydı. Sonuçta kilitli olan bir kapıydı, içeride bir insan yoktu. Fakat eve girip yaşamaya başlayınca, kapıyı her gördüğümde “Acaba içeride ne var?” sorusunu kendime sormadan edemiyordum. Belki içerisini görürüm umuduyla açık kahve renginde olan bu kapının, buzlu sarı renkte camına yaslanıp bakıyor, onda başarılı olamayınca deliğine gözümü dayıyordum. Hiçbir şey belli olmuyordu. Bu merak gittikçe beni çepeçevre sarmıştı. Ne vardı arkasında? Rasim Beye de soramazdım ki… Emlakçıya sanki geçerken uğramışım gibi gidip, laf arasında sordum;

“Ya bu kapının ardında ne var?”

“Hangi kapının?”

“Bizim evde ki, kilitli kapının.”

Emlakçı biraz düşündü, sonra bana doğru eğilip, sesini kısarak;

“Bizans’tan kalma altın var orada, hiç girmeye çalışma, cinler falan koruyorsa çarpılırsın!”

Bir anlam veremeyip yarım yamalak ‘Nasıl?’ dedim. Emlakçı uzun ve sarı dişlerini göstererek gevrek gevrek gülmeye başladı. Bozulmuştum. Emlakçı;

“Ne biliyim Mansur Bey yav, olsa olsa Rasim Beyin arta kalan eşyaları, evrakları falandır… Niye sordun ki?”

“Hiç… Merak işte…” diyerek geçiştirdim ve çıkıp gittim.

İki ay sonra Rasim Bey gelmişti. Bir gün öncesinden telefonla arayıp haber vermişti. Kibar adam, gelirken eli boş gelmemiş, söylediğine göre çok sevdiği ressam olan Gustav Klimt’in ‘Öpücük’ adlı tablosunun bir kopyasını da bize ev hediyesi olarak getirmişti. Odaya girip, yarım saat sonra gözleri kanlanmış bir vaziyette çıktı. Belli ki ağlamıştı. Israrımıza rağmen çay içemeye kalmadan gitti. Getirdiği tabloyu hemen duvarımıza astık. Rasim Bey’in bu gelişi odaya ve içinde olana merakımı iyice arttırdı. Bir gece eşim uyurken kalktım ve diğer odaların  anahtarıyla kapıyı açmaya çalıştım. Hiç biri olmuyordu. Zaten eşime yakalandım. Büyük bir kabahat işlemişçesine kıpkırmızı kesildim. Hiçbir şey diyemeden yanından geçip gittim. Canan ise endişeyle süzmüştü beni.

 

Takıntım rüyalarıma da yansımıştı. Rüyalarımda kapıyı açıp, odaya giriyordum. Bir keresinde bir bahçeye çıkmıştım. Çocukluğumun geçtiği evimizin bahçesiydi burası. Ben çocukluk halimdeydim. Mutlulukla oynuyordum bahçede. Sonra Bizanslı kostümü giyinmiş halde uzun dişli emlakçı geldi ve kulağımdan tutup; “Ben sana odaya girmeyeceksin demedim mi, cinler çarparsa görürsün!” diyerek azarlamaya başlamıştı. Kulağımı tutarak, kan ter içinde uyandım. Lüzumsuz emlakçı, rüyamı kabusa çevirmişti.

Bir keresinde de yine odaya girmiş odanın ortasında duran siyah bir at görmüştüm. At beni görünce şahlanıp odadan kaçıp gitmiş ben arkasından kovalamaya başlamıştım. Evin altını üstüne getiren at balkondan atlamış, gözden kaybolmuştu. Bir yandan dağılan evi eşime nasıl anlatırım diye yutkunuyor bir yandan da Rasim Bey atının olmadığını anlayınca ne cevap veririm diye korkudan kalbim çarpıyordu. Canan ertesi gün sabaha kadar ‘at, at, Rasim Bey at!’ diye sayıkladığımı söyledi.

Korona  salgını nedeniyle çoğu zaman evdeydik. İşimi evden sürdürüyordum ama hiç mutlu değilim. Kapı yüzünden evliliğime de odaklanamıyordum. Korona korkum olmasa psikoloğa bile gidecektim. Ama kafama koymuştum, Rasim Bey geldiğinde odada ne olduğunu ona direk soracaktım. Hatta görebilir miyim diyecektim. Rasim Bey gelmedi. Muhtemelen korona yüzündendi.

Bu sabah Canan markete gitmişti. Gider gitmez cep telefonumu selfi çubuğuna takıp ve video kaydını açıp kilitli kapının altından soktum. Amacım odanın  görüntüsünü çekmekti. İyice sokmuştum çubuğu, mümkün olduğunca sağa sola çevirip iyice çekmek istiyordum. Nasıl oldu bilmiyorum  telefonum çubuktan çıkıp düştü. Çubukla geri alayım diyordum ama olmuyordu. Zorluyordum fakat alamıyordum. Telaşlanmıştım ve her telaşlandığımda olduğu gibi terlemeye başlamıştım. O ara Canan geldi ve kapıyı açıp eve girdi. Odanın kapısı antreden gözüktüğünden hemen doğruldum ama eşim elimde selfi çubuğuyla, kan ter içinde beni gördü.

“Napıyorsun Mansur?”

“Hiiiç aşkım… Selfi çubuğunu kontrol ediyorum. Çalışıyor mu diye.”

“Niye terledin ki?”

“Sıcaktandır.”

Eşim olan bitene anlam veremedi ve elindeki poşetleri göstererek;

“E ne bakıyorsun alsana şunları!” dedi. Ben rahat bir nefes aldım, ardından poşetleri elinden alıp mutfağa götürdüm. İşte o an olan oldu. Odada kalan cep telefonum çalmaya başladı. Kalakaldım. Canan;

“Telefonun çalıyor.” dedi.

“Çalsın ya, iş yerindendir. Mail atacaktım da. Hallederim şimdi.”

İkna ettiğimi düşünürken, telefonum hala çalıyordu ve Canan odanın buzlu camından yanıp sönen telefonun ışığını gördü.

“Senin telefonun odada mı? Yoksa içeri mi girdin sen Mansur?”

“Yok girmedim. Valla. Bak izah edebilirim aşkım. Telefonla içerinin kaydını alayım diyordum, telefon çubuktan kayıp düştü.”

Biraz sessizlik oldu, telefon sustu ama eşim gürlemeye başladı. Benim takıntılı bir manyak olduğumdan girdi, ona hayatı dar ettiğimden çıktı. Olay tamamen kontrolümden çıkmıştı. Tek yapabileceğim biz erkeklerin ‘suçlu’ duruma  düştüğü anda başvurduğu çözümü uygulamaktı. Eşimin dediklerinden cımbızladığım bir kelimesini köpürterek, ona vicdan yaptırıp olayın seyrini değiştirmeye çalıştım;

“Demek hasta ruhlu bir manyağım ha… Vay be, yedi ayda hakaret etmeye de başladın. Kocana manyak diyebiliyorsun. Helal olsun… Hayatı dar etmişmişim. Olağan günler mi yaşıyoruz Allah aşkına? Korona yüzünden hiçbirimiz normal değiliz… Biraz anlayış, birazcık!.. Çocukluğumda yaşadığım travmamı sana anlattım. Biraz destek istiyorum, çok mu? (Buraya kadar çok iyi gidiyordum, Canan derin bir nefes alıp, gözlerini aşağıya indirmişti. Bu bir yumuşama emaresiydi ama beni tutana aşk olsun, devam ediyordum.) Manyakmış… Hasta ruhlu bir manyağım ben tabi… Eğer evlendiğine pişmansan boşanalım gitsin. Sen de rahatla, ben de!…”

Son dediğimle kendi kaleme gol atmıştım. Ne karıştırıyorum boşanmayı falan! Karım sinirle gözlerimin içine bakarak;

“Sen gerçekten hastasın!” dedi ve arkasın bakmadan çıkıp gitti. Bunu hiç beklemiyordum. Biz erkeklerin böyle anlarda mal gibi kalma özelliği vardır. Tam o haldeydim. Lanet olası kilitli kapıya gözlerimi diktim. Parçalamak istercesine bakıyordum.

Evin kapısı çaldı. Muhakkak eşim geri gelmiş olmalı. Açtım. Ağzında maskesiyle orta yaşlı bir kadın duruyordu karşımda.

“Mansur bey?”

“Benim. Buyurun?”

“Biraz önce telefonla aradım ama ulaşamadım size. Ben Rasim Bey’in kızıyım.”

“Öyle mi? Bilmiyordum kızı olduğunu. “

“Uzun süredir Almanya’da yaşıyorum. Buraya babamın cenaze işlemleri için geldim.”

“Ne? Rasim Bey öldü mü?”

“Maalesef. Koronadan dolayı kaybettik. Alelacele defin işlemleri yapıldı. O yüzden kimseye haber vermedik.”

“Anlıyorum. Başınız sağ olsun. Mekanı cennet olsun.”

“Sağ olun… “

“Buyurun, bir çay ikram edeyim size.”

“Kalmayım. Uçağım var. Dönmem lazım. Malum, şu günlerde uçak bile bulmak zor… Kirayı bundan böyle şu hesaba yatırırsınız.” dedi ve banka bilgilerinin, telefon numarasının olduğu kağıdı bana verdi. Çok üzülmüştüm. Kadın tam gidecekken aklıma kapı geldi ve kadına yüksek sesle ‘kapı’ dedim. Kadın geri dönüp;

“Anlamadım.”

“Şey bir oda var evde. Kilitli. Rasim Bey kilitli kalmasını istemişti.”

“Ha, anladım. Babamın gariplikleri işte.”

“Nasıl?”

“Galiba evin anahtarları arasında vardı odanın anahtarı.”

Dedi ve çantasından anahtarlığı, arasından odanın anahtarını bulup, çıkartarak bana uzattı. O an sanki evi bana hediye etmiş gibi sevinmiştim. Anahtarı hemen kaptım ve ardından;

“Oda da eşyalar falan olabilir.” dedim.

“Sanmam. Varsa da fakire fukaraya verin size zahmet. Kira için de şimdilik ekstra bir artışa gerek yok. Sonra konuşuruz.” dedi ve gitti…

Anahtar avucumdaydı. Merakımı yenecektim. Öyle rahatlamıştım ki. Hemen açamadım kapıyı. Sonunda merakımın gidecek olmasının verdiği rahatlama hissimin sürmesini istedim. Biraz sonra usulca anahtarı deliğine  sokup çevirdim. Açılmıştı. Kapıyı araladım, karanlık odayı perdenin arasından sızan güneş ışığı biraz aydınlatıyordu ama içeride ne olduğu tam seçilmiyordu. Işığı açmadan önce gözlerimi kapattım. Acaba ne görecektim? Yutkundum. Işığı açtım ve ardından usulca gözlerimi araladım. Oda bomboştu. Hiçbir şey yoktu. Şok içindeydim. Nasıl olurdu bu? Bu adam benden de manyak mıydı yoksa? Odaya geliyordu, ağlıyordu. Bu sorularla boğuşurken duvara baktım. Duvarda boylu boyunca bize hediye ettiği Gustav Klimt’in tablosu vardı. Fakat figürler başkaydı. Bunlar Rasim bey ve eşiydi. Yatak odalarının duvarına kendisinin ve eşinin resmini yapmıştı. Adam karısına hala aşıkmış ve bu odaya gelip eski günleri yad ediyormuş demek ki. Duvara yaptığı resmin üzerinin boyanmasına da razı olmadığı için odayı kilitlemiş. Odada aşk dışında hiçbir şey yoktu. Yıkılmıştım. O an benim aşkım aklıma gelmişti. Kelimenin tam anlamıyla Canan’ı boşu boşuna kırmış, hayatı ona ve kendime zindan etmiştim. Boşu boşuna…

Yerde duran cep telefonumu aldım ve sevgilimi aradım.

Açtı,

“Canan haklısın ben bir manyağım. Seni delicesine seven bir manyak.”

Ekim 2020 

Hikaye – Serkan Öztürk

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi