Bir Karınca, İki Karınca, Üç Karınca

Bir Karınca, İki Karınca, Üç Karınca

Hikaye: Rasih Yılmaz

“70’lerde bütün dünyada, hastaları tecrit etmeden, toplum içinde tedavi anlayışı gelişti. Her yerde ufak ufak reformlar oldu. Bunlardan biri de Trieste’deki bir akıl hastanesinde yaşandı. Orası, hastaların bir kere girip, bir daha çıkamadığı bir yerdi. İçeriye personel dışında sadece bir at girebiliyordu, o da kirli çamaşırları getirip götürmesi için. Böyle insanlıktan uzak bir yer yani. İşte bu tıbbi reform rüzgârları sonucunda o hastaneyi yıktılar. Kapısına da kocaman bir mavi at heykeli diktiler.”

– Sanırım paylaştığım bu hikâyeyi siz de bilirsiniz üstadım…

– Elbette sevgili hocam hak verirsiniz ki psikiyatri tarihini okumuş herkesin bu anlatıya dair bir yorumu vardır.

– Evet, evet…

Yerinden kalkarak gömleğini düzeltti. Biraz kırışmıştı sanki…

“Otohipnoz” dedi sessizce…

Meslektaşım diyerek büyük saygı duyduğu Olcay Bey duymamıştı son cümlesini.

– Şizofreni hastaları sanıldığı gibi tehlikeli ve zararlı değildir. Asıl ihtiyaçları olan şey anlaşılmaktır. Bu noktada ihtiyaç duydukları, içinde oldukları çevrede, güvende hissedebilmektir. Hastalığın toplumdaki görülme oranı gibi faktörler göz önünde tutulduğunda, herhangi birimizin bir şizofreni hastası tarafından öldürülme olasılığı 14 milyonda 1’dir.

Olcay Bey bildiği tanıları veya verileri duymaktan sıkılmamıştı, dinlemek veya tekrardan duymak iyi bile gelmişti.

“Acılar adamıydı, hastalığı yakından tanıdı. İnsanların yüz çevirdiği biri gibi hor görüldü, O’na değer vermedik. Aslında hastalıklarımızı O taşıdı, acılarımızı O yüklendi. Bizse Rab tarafından cezalandırıldığını sandık. Oysa bizim başkaldırılarımız yüzünden O’nun bedeni deşildi, bizim suçlarımız yüzünden O eziyet çekti. Bizler O’nun yaralarıyla şifa bulduk.”

– Sevgili Hanok, yine derinlere dalıp konudan konuya geçtin…

Olcay Bey gülümsemişti.

“Yeşaya 53” dedi Hanok. İncil’den… Kahve ve sohbet için teşekkür ederim Olcay Bey. Ben gideyim artık…

– Hay hay her zaman beklerim… Arkadaşlar yardımcı olsun mu?

– Hayır! Yolu biliyorum, her geldiğimde aynı şeyi söylemeyin lütfen yıllardır gelip gittiğim bir yer burası biliyorsunuz.

Hanok ayrılmak için tam kapıya yönelmişti ki aniden döndü, “Bu arada Olcay Bey Cinnet filmini izlediniz mi hani şu Kubrick’in yönettiği? Bir repliği vardı ki hiç aklımdan çıkmaz; ‘Sana bir şey yapmayacağım, sadece beynini dağıtacağım’…”

Olcay işte bu kez Hanok’un son söylediğine oldukça şaşırmıştı. Tıbbi terimler, analizler hatta din mitolojisine dair göndermeler vesaire hep alışık olduğu sohbet konularıydı. Ama ilk kez bir filmden alıntı ile noktalamıştı sohbeti. Bu, Hanok’un tarzı değildi.

Olcay’ın yanından ayrılan Hanok koridorları adım adım ezerken, sessizliğe gömülmüştü. Yürürken bir omzu hep düşüktü. Bu, mahalle kültürünün verdiği eski bir alışkanlıktı. Kurtuluş’ta doğmuş, Dolapdere’de büyümüştü ne de olsa. Arnavut kaldırımlarında dizlerini çok kanatmıştı. Racon bilen abilerin peşinden çokça gitmişti.

Bu arada vakit sarkmış, karanlık çökerken güneş kendini gizlemek için uzaklaşmaya başlamıştı. “Bir karınca, iki karınca, üç karınca, dört karınca, beş karınca, altı karınca, yedi karınca, sekiz karınca, dokuz karınca, on karınca, on bir karınca, on iki karınca, on üç karınca, on dört karınca, on beş karınca, on altı karınca…”

– Karıncalar hadi ama yavaş yavaş çıkın oradan. Bakın size bir kapı daha açtım. Hepiniz aynı anda hareket etmeyin lütfen. Tek tek çıkın. Teek teek… Bana anlayış gösterin yuvanızın ağzına elimi zar zor sokup genişlettim zaten. Niye çıkmıyorsunuz ki hala, özgürsünüz artık. Durun durun anladım sizin derdinizi biraz daha içeriye ışık sokabilirsem belki aydınlığa yönelir yolunuzu bulursunuz. Az bekleyin bir tornavida vardı şurada.

Yavaşça döşeğini kaldırdı. Kimseler görmesin diye sakladığı ve bir ay önce depodan aşırdığı tornavida koyduğu yerde duruyordu. Sapından sıkıca kavradı ve yuvanın ağzı olduğunu düşündüğü noktayı sertçe deşmeye başladı. Karıştırdıkça bir yumuşaklık ve balçık hissi ile karşı karşıya kaldığını düşündü; “Karıncalar çamurdan mı yapıyor ki yuvalarını?” dedi kendi kendine hayretle.

– Siz karıncalar, bir dakika bekleyin başka bir yöntem deneyeceğim, az sabır. Güneşin aydınlığını size gösterecek bir yer daha biliyorum.

Etrafına baka baka dolanırken, yerdeki bir parke taşını fark etti, kırıktı. Ağır olan parçayı hızlıca aldı hiç beklemeden tornavidanın üst kısmına vurmaya başladı, ilk vuruşta bir tuhaf ses duydu ne olduğunu tam anlamadı. İkinci vuruşunda amacına ulaşmıştı. Ondan huzurlusu yoktu artık.

Karıncalar rahatça güneşi uyandırmak için aydınlığa doğru yürüyebilirdi şimdi.

Sabahın ilk ışıkları kendini göstermeye başlamasına rağmen odaya hala naif bir karanlık perdesi hâkimdi.

Demir kapının kilidi gıcırdayarak açıldı.

Hasta bakıcı içeri girer girmez ayağını bastığı yerde bir yapışkan peltenin kayganlığını fark etti. Elini duvara götürdü. Ampulü yakmasıyla sağ gözünün içine tamamı girmiş bir tornavida ile Hanok’un boylu boyunca kanlar içinde yerde yattığını gördü.

Panik düğmesine basmasının hemen ardından nefes nefese Doktor Olcay Bey kapıda belirmişti. Olcay’ın odada gördükleri karşısında dizlerinin bağı çözülmüştü. İlk anda ne yapacağını bilemedi. Hanok yalnızca hastası değil bir sohbet arkadaşıydı.

Olcay ruh halinin aksine bir çabuklukla, Hanok’un nabzını tutmak için elini uzattı fakat öncesinde arkadaşının kafasının arkasında büyükçe bir çöküntü dikkatini çekti. Kafatası mermer ustası işçiliğinde açılmış, beyne kadar bir oyuk meydana getirilmişti.

Ayağa kalkan Doktor Olcay dehşet içindeydi hastanede bugüne kadar böyle bir olay hiç yaşanmamıştı, “Morg görevlilerini çağırın!” diyebildi yalnızca. Tansiyonu alt üst olmuştu, masaya dayanmak için hamle yaptığında ise elini özenle ciltlenmiş bir defter çarptı.

“HANOK’UN NOTU: Koyun karaciğerinde bulunan bir kurtçuğun (Fasciola Hepatica) var oluş hikâyesi doğanın inanılmaz karmaşıklığının ve düzeninin örneğini oluşturur. Bu parazit kanla ve Hepatit hücreleri ile beslenir ve bulunduğu koyunun karaciğerine yumurtalarını bırakır. Ancak yumurtalar burada gelişip patlayamazlar. Hikâyeleri de bundan sonra başlar.
Yumurtalar dışkı yoluyla vücuttan atılırlar, olgunlaşma dönemi sonunda patlayıp minnacık bir larva çıkarırlar. Bu larva daha sonra bir sümüklü böceğin vücuduna geçer, burada çoğalır ve yağmur mevsimi, böceğin sümüğüyle dışarıya atılırlar. Dışarıda sümüğün beyazlığına karışan larvalar inci salkımlarını andıran biçimler oluşturup karıncaların dikkatlerini çekerler. Bu salkımları yiyen karıncaların vücuduna sızan larvalar burada kurtçuk haline dönüşürler.
Karıncanın vücuduna yerleşmiş olan 30 – 40 kurtçuktan yalnız bir tanesi karıncanın beynine yerleşir. İşte bu andan itibaren karıncanın davranışları tamamen değişir; kurtçuk karıncayı esir alır. Karınca, yuvasından çıkar ve koyunların en çok sevdiği ot cinsine tırmanır, otun en tepesine tüner ve koyunun gelip o otu yemesini bekler. Doğanın bu trajikomik oyunu karıncanın tünediği ot koyun tarafından yeninceye kadar devam eder.

Okudukları karşısında öylece kalan Olcay derin bir nefes aldı ve odadan bir ceset torbasında çıkartılmak üzere olan arkadaşı için dudaklarından şu cümleler döküldü:

“Tek bir insan bütün insanlığın günahına katlanabilir mi, buna dayanabilir mi sence? Yahuda, bir peygamberi öperek mi ihanet ettin?”

Hikaye: Rasih Yılmaz

Fotoğraf: Alan Fikz

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi