Siyahı Görmek
Hikaye – Fuat Şahin
Daha önce hiç görmemişti. Doğduğu ilk andan beri gözleri kapalıydı. Kendisi hatırlayamasa da, muhtemelen annesinin karnındayken de karanlıklar içindeydi. Körlüğü doğuştan olduğu için görememenin eksikliğini pek hissetmemişti. Nasıl normal bir insan kuyruğunun olmamasını dert etmez, o da görememekten özel olarak rahatsız değildi. Açıkçası görmek ne demek, onu hiç tatmadığı için, görememenin ne olduğunu da tam olarak kavrayamıyordu. Üzülmemesinin sebebi belki de buydu.
Kendi haline üzülmese de zaman zaman kırıcı olaylarla karşılaştığı oluyordu. Dışarıda gezerken “Kör müsün be adam!, Görmüyor musun koskoca arabayı!” Tarzı söylemlerin sık sık muhatabı oluyordu. Hele insanların göremeyen birinin duyamadığını da sanması yok mu… Toplu taşımada arkasından konuşulanları duymak ve kendisine acınıldığını işitmek ona en çok dokunan şeydi. Bazen bunları duymamak için müzik dinlerdi. Fakat bu sefer de anonsları duymadığı için durağı kaçırabiliyordu.
Bir defasında mahkemeyle bir işi olmuştu. Kendisiyle alakalı bir mevzu değildi ancak markette yaşanan bir gasp olayı sırasında o da içerdeydi. Saçma bir şekilde mahkemeye “görgü tanığı” olarak çağrılmıştı. “Ben bir şey görmedim Hakim Bey” tarzı anlamsız bir açıklama yapmaktansa susmayı tercih etmişti. Tüm işlemleri kendisine tahsis edilen avukat halletmiş, sorun teşkil eden bir olay yaşanmamıştı.
Ancak tabii ki tüm insanlar düşüncesiz değildi. Çok hoş insanlarla da karşılaştığı oluyordu. Ne kadar hoş bir tarza sahip olduğu söylendiğinde gerçekten mutlu oluyordu. Kendisi göremese de başkaları tarafından beğenilmek, mutlulukla karışık gurur duymasına vesile oluyordu.
Bakmakla görmek arasında da bir fark olsa gerekti. Bu fark yüzünden de karakolluk olduğu vaki idi. Dışarı çıkarken taktığı gözlükten dolayı olsa gerek, çok defa “Ne bakıyorsun kardeşim” lafını işittiği olmuştu Bir keresinde adamın biriyle yaka paça olmuş, karakolda adam mahcup bir şekilde özür dileyince şikayetçi olmaktan vazgeçmişti. Demek ki kendisi bakabiliyor, ancak göremiyordu. En azından bu çıkarımı yapabilmişti kendince.
Anlayamadığı kavramların en başında insanların “renk” diye adlandırdıkları soyut kavram geliyordu. Evet soyut bir kavram olsa gerekti, çünkü şu ana kadar hiç kimse kendisine bu renk denen kavramın nasıl bir şey olduğunu açıklayamamıştı. En çok merak ettiği şey renklerdi. Aslında bazı renkleri az çok kendince tanıyabiliyordu. Mesela pırasanın yeşil, domatesin kırmızı, muzun sarı olduğundan haberi vardı. Bunları yerken renklerini de hissedebilmek çok tüm dikkatini veriyordu. Her ne kadar nafile olsa da, bu iş için çabalamayı seviyordu. En azından bunun için uğraşmakta bir beis görmüyordu.
Fakat rengini tam olarak anlayamadığı şeyler de vardı. Örneğin tavşan kanı çay dedikleri şeyin neye benzediğini çok merak ediyordu. Veyahut kahverengi. Kahverengine, kahveyle benzer olduğu için mi kahverengi deniyordu yoksa kahve mi kahverengiydi. Bu tarz şeyleri anlamak gerçekten zordu. Ah bir görebilseydi öğreneceği o kadar çok şey vardı ki…
Artık filozofik bir düşünce sistemine dönüştürdüğü bu renk konusunda kafasını en çok karıştıran şey siyah-beyazdı. Bu iki rengin zıt olduğunu duymuştu. Nasıl olur da bir rengin zıttı olabilirdi? Kendi kafasında oluşturduğu renk tanımına aykırıydı. Renk soyut bir şeydi ve soyut bir şeyin zıttı olamazdı. Bu konuda insanların yanıldığını düşünüyordu. Herhangi bir rengin zıttı olması mümkün değildi. “Eğer bir gün görebilirsem siyaha saatlerce bakacağım” diye düşünürdü sık sık.
Bir gün yine rutin olarak bindiği tramvaydayken tesadüfen bir kızla tanıştı. Tıklım tıklım tramvaydan inmeye çalışmış ancak becerememişti. Son anda koluna giren bu kız, milleti ite ite dışarı çıkmasına yardımcı olmuştu. İndikten sonra da tramvayın kapısı kapanmış, kız da geri binememişti. Sonra bir vesileyle tramvay durağının karşısındaki kafeye geçmişlerdi. Nasıl olduğunu hiç anlamadan kendisini koyu bir muhabbetin içinde bulmuştu.
Aşırı cana yakın bir kızdı. Hiç durmadan konuşuyor, aklına gelen ne varsa anlatıyordu. Kendisine görememe konusunda çekinmeden -ayarında bir şekilde- espriler yapıyor, yer yer sorular da soruyordu. Bu durum rahatsızlık vermek bir yana, kendini rahat hissetmesini yol açmıştı. Konuşkan biri olmamasına rağmen nasıl olduysa sanki ağzının düğümü çözülmüştü. Bu samimiyetten aldığı cesaret ile uzun uzun bir şeyler anlatmaya başladı. Ne anlattığını kendi de bilmiyordu. Sadece sohbete kendini kaptırmıştı. Adeta soluksuz konuşuyordu. Kız ne kadar iyi bir konuşmacıysa, o denli iyi bir dinleyiciydi de.
Doğuştan kör olduğundan, eğitim hayatından, hobilerinden bahsetti. Her nasılsa konu bir şekilde renklere gelmişti. Renkler hakkında düşündüklerinden bahsetti. Konu kızın da ilgisini çekmiş gibiydi. Birden bir soru yöneltti:
– Peki en çok merak ettiğin renk hangisi, belki sana tarif edebilirim.
Bu soruya düşünmeden “siyah” diye cevap verdi. Kız birden gülmeye başladı:
– Siyah mı, ciddi misin sen!
Morali bozulur gibi oldu:
– Ne olmuş nesi var siyahın?
Kız biraz daha güldükten sonra:
– E sen zaten siyahı görebiliyorsun ya!
Afalladı, morali bozuk bir şekilde “Nasıl yani?”, diye sordu. Kız:
– Siyahı görebilmek için gözlerinin açık olmasına gerek yok ki. Gözünü kapattığında zaten her yer siyah olur. Yani dünyada siyah rengi en iyi bilen kişi muhtemelen sensin.
Böyle bir cevabı hiç beklemiyordu. Yıllardır merak ettiği şey halbuki hemen yanı başındaymış! Durdu. Odaklandı. Evet, görüyordu siyahı! Her yer siyahtı hem de. Demek bunca yıl görmesine engel olan şey gözleri değil, düşünce şekliydi. Bakış açısını değiştirince nasıl da görüyordu işte! Demek ki bakmak ve görmek arasındaki fark buydu. Bununda çözmüştü. Bakmakla görmek arasındaki farkı da anlamıştı bir çırpıda. Gözleri doldu. Her ne kadar kendini tutmaya çalışsa da, yanağından birkaç damla süzülmüştü. Mutluluk gözyaşıydı bunlar. Karşısındaki kız paniklemiş, pot kırdığını düşünmüştü. Özür diliyor, kötü bir şey kastetmediğini anlatmaya çalışıyordu.
Hikaye: Fuat Şahin