Lanetli Kelimeler Ülkesi

Lanetli Kelimeler Ülkesi

Hikaye: Ahmet Bozkuş

Güneşin doğduğu yere göre batıda, battığı yere göre doğuda, kuş uçmaz kervan geçmez bir ülkede yaşayan insanların çok büyük bir sorunu varmış.

Neden mi kuş uçmaz, kervan geçmez?

Aslında kuşlar uçarmış, kervanlar geçermiş eskiden. Çok eskiden… Yazılı olmayan tarihlerde…

Ama kuşlar uçtuğuna, kervanlar geçtiğine o kadar çok pişman edilmiş ki yollarını değiştirmişler.

Ucunda ölüm bile olsa büyük denizlerin, sarp dağların üzerinden geçmeyi göze almışlar. Yaşayamadıkları bir ülkede ölmek de istememişler.

Son kuş sesi duyulmasının üzerinden yıllar yıllar geçmiş ve o ülkenin insanları bir hastalığa tutulmuş.

Konuşabiliyorlar ama duyamıyorlarmış.

Her insan ortalama dakikada iki yüz kelime, günde yirmi saat konuşuyor, sustuğu an uykuya dalıyor, uyanır uyanmaz konuşmaya başlıyormuş.

Kimse birbirini duymadığı için kimin ne söylediğinin ve ne kadar konuştuğunun hiçbir önemi yokmuş.

Kimisi bağırıyor kimisi fısıltıyla konuşuyormuş kimisi sadece dudaklarını oynatıyormuş. Dudak tiryakiliği diye bir dert varmış herkeste.

Ağlamak ve gülmek utanılacak hallermiş. Ağlayan birisini görünce ağlama kamplarına gönderiyorlar, insanları rahatsız etmesine asla izin vermiyorlarmış. Ağlayanların kısa sürede normale dönebilmesi için gaz odaları varmış. Kâfi miktarda gaza maruz kalan kişi ağlamanın ne kadar kötü bir alışkanlık olduğunu anlıyor ve diğer normal insanlar gibi konuşarak yaşamaya devam ediyormuş.

Gülmek de hiç hoş karşılanmıyormuş. Mutluluk bir bulaşıcı hastalık olarak kabul ediliyor, mutlu insanlar dağlarda, ormanlarda, mağaralarda kaçak ve sefil bir hayat yaşıyorlarmış. Mutlu olmak isteyen bunları göze almak zorundaymış.

Kurulan ikna odalarında herkesin ülke ortalamasında bir beyin ve çene yapısına kavuşması için pedagojik faaliyetler yürütülüyormuş.

Toplumun huzurunu bozmamak için yüz kaslarını aldırarak mimiksiz bir yaşamı tercih edenler en büyük kahramanlar olarak görülüyor, onların heykelleri dikiliyormuş. Zaten yüzlerindeki ifadesiz hal, ancak bir heykel kadar canlıymış.

Âşık olanlar veya sevenler anarşist ilan ediliyor, yargısız infaza maruz kalıyor, zindanlarda çürütülüyorlarmış. Sevmek büyük suçmuş yani!

Kitaplardaki aşk şiirleri yasaklanmış, şarkılarda aşktan bahsetmek vatana ihanet olarak kabul edilmiş.

Sağır kulaklar ve otomatik dudaklar sayesinde ülkede her şey kontrol altındaymış. Birisi susuyorsa onun peşine ajanlar takılıyor, susarken otoriteye zararlı bir şey düşünüp düşünmediği tespit edilmeye çalışılıyormuş. Susanların, susmadıklarını ispatlamaları gerekiyormuş.

Durmaksızın konuşmak, beynin düşünmesine fırsat vermeyecek kadar çok ve gürültülü bir şekilde bunu devam ettirmek en büyük vatanseverlikmiş.

Günlerden bir gün yolunu şaşıran bir göçmen kuş nasıl olduysa bu ülkenin üzerinden geçmek zorunda kalmış.

Uzun yıllar sonrasında gökyüzünde hareket eden bir canlı gören ülkenin insanları ellerine geçirdikleri her şeyi kuşa fırlatmaya başlamışlar. Taşlar, odunlar, cep telefonları, bozuk paralar, ayakkabılar…

İnsanların çabası yetersiz kalınca yıllardır hiç kullanılmayan hava savunma sistemleri aktif hale getirilmiş ve yurdun dört bir yanından füzeler ateşlenmiş. Aynı anda, aynı hedefe yüzlerce füze…

Gökyüzü büyük bir patlamayla sarsılmış. Simsiyah bir bulut kaplamış ülkenin üzerini ve bir süre sonra hava açılmaya başlamış.

Herkes heyecanla gökyüzüne bakıyormuş ama yüzlerindeki mimikler çoktan öldüğü için en küçük bir değişiklik yokmuş yüzlerinde. Ne hissettiklerini anlamak mümkün değilmiş.

Havadaki küçük ama tehlikeli düşmandan kurtulup kurtulamadıklarını merak eden acayip ülkenin acayip insanları çok yukarılardan yere doğru yavaşça inen bir kuş tüyü görmüşler.

Kuş tüyünün hemen ardından da siyah yağmur damlaları düşmeye başlamış. Bu siyah yağmurun dokunduğu her insan korkunç bir baş ağrısıyla kıvranıp yere kapanıyor ve bir anda hareketsiz kalıyormuş.

Ürkütülmüş kuş tüyü, rencide edilmiş bulutlar ve patlayan füzelerin tepkimeye girmesi sonucu oluşan bu siyah yağmur bütün ülkeyi etkisi altına almış.

Dakikalar içinde ülkede hareket edebilen hiç kimse kalmamış. Ağlama kamplarında tutulan gözü yaşlı kimseler ve mağaralarda yaşayan mutlular hariç. Onlar da olanın bitenin şaşkınlığından yerlerinden kıpırdamıyorlar, ne olduğunu anlayama çalışıyorlarmış.

Uzun ve sessiz bir geceden sonra oldukları yere yığılan insanlar teker teker uyanmaya başlamışlar.

Her uyanan ağzını açabildiği kadar büyük açıyor, elleriyle kulaklarını ovuyormuş.

Yıllardır sürekli konuşan ama ağzından çıkanı kulağı duymayan, konuşurken beyin kullanmayan bu insanlar bir anda duymaya başlamışlar. Kulaklarına inanamayan insanlar ilk şoku atlattıktan sonra konuşmak istemişler ama o da ne!

Sadece on kelime söyleyebiliyorlarmış.

Her insan hayatının geri kalanında en çok kullandığı on kelime dışında hiçbir şey söyleyemiyormuş.

Kim ne biriktirdiyse, neyi ezberlediyse, neyi söylemekten haz aldıysa o kalmış elinde. Ve ne gariptir ki, neredeyse herkes aynı kelimeleri söylüyormuş. Artık herkes, birbirinin sesine, kalp öldüren kelimelerine mahkûm ve mecburmuş. Katlanılır gibi değilmiş seslerinin tonu, kelimelerinin keskinliği, vurgularındaki nefret!

Ağlamak istemişler ama başaramamışlar. Canları yanmış, “ah” diyememişler. Pişman olmuş, söyleyememişler.

Ellerinde sadece iki ihtimal kalmış: On zehirli kelimeyle konuşmak veya sonsuza kadar susmak.

Onların kuru gürültüsü bitince, ülkeye bir sakinlik çökmüş. Sabahın rüzgârı, denizin dalgası, yaprakların hışırtısı, gece sesleri duyulmaya başlamış. Bir cırcır böceğinin sesi çok daha anlamlıymış o ülkeyi esir alan boş insan gürültüsünden.

Ve nihayet gizli mağaralardan, uzak ormanlardan türküler yükselmeye başlamış.

 

Bir kuş kondu nihayet ucuna sazımın

Sevda merhemi değdi üstüne sızımın

Geceymiş hep bahtı garip yıldızımın

Sabır dedim, umut dedim, gül dedim

 

Bilirim ben elbette, sevmek nasıl derttir

Kavuşmak bir ihtimal, uzaktaki yurttur

Sevenin içini bu, kemiren bir kurttur

Sabah dedim, bahar dedim, gel dedim

Konuşması gerekenler konuşmaya başlayınca, söze anlam, kelimeye değer gelmiş. Bir mucizeyken belaya dönüşen konuşmaya, düşünerek konuşanlar sayesinde iade-i itibar yapılmış.

Siyah yağmurun lanetinden etkilenenlerin içinden haddini bilenler, hatasını anlayanlar yavaş yavaş iyileşmeye ve yeni kelimeler söylemeye başlamışlar. Onlar için özel susma eğitimleri verilmiş.

Kuşların ve kervanların yollarının emniyet altına alınmasıyla ülkenin havası, suyu, rüzgârı, iklimi, sesi düzelmiş.

Gökten üç kelime düşmüş… Düşünmek, dinlemek, anlamak…

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi