Leke
Hikaye: Zeynep Gür
Kaldırımın kenarında kasıklarını bastırarak iki büklüm olmuş bir kız duruyordu. Ağlamaktan ve tüm bedenini saran korkudan yorgun düşmüştü. Vücudunun tamamı titriyordu. Göz bebekleri büyümüştü. Kalbi bir ceylanın kalbiyle yarışabilirdi. Kafasını yerden kaldırdı. Girişinde, elinde uzun namlulu silah tutan polislerin olduğu binaya zeytin yeşili gözlerini dikti. Huzur ve emniyeti sağlamak ile görevli bu memurlara baktı. “Birazdan size sığındığımda gerçekten güvende olacak mıyım? Daha da önemlisi suçlu cezasını çekecek mi?” diye mırıldandı. Elini yere koyup doğrulmaya çalıştı. İlk adımda sendeledi. Yaptığından emin olmayan insanların tavrıyla ileri yürüyor ama ayakları onu geri geri çekiyordu. Bir adım daha attı. Yolun ortasına geldiğinde “Boşuna geldim boşuna.” dedi ve bir adım daha attı. Birkaç adım sonra merdivenlerin önündeydi. Kapının önünde bekleyen iki polis memuruna bir kez daha baktı: “İnanmak istiyorum. Evet, evet bunu yapmalıyım. Bana yardım edecekler. Benim korkmama gerek yok. Ben değil, suçlu korkmalı.” dedi.
Merdivenleri çıktı. Uzun boylu zayıf olan sağdaki memur soğuk bir ses tonuyla sordu:
“Buyrun, niye geldiniz?”
“Şey şey … Bir şikayette bulunacağım. Kiminle görüşebilirim?”
“İçeri geçin, danışmadaki memura söyleyin. Yardımcı olacaklardır.”
İçeriye doğru ilk adımını atmıştı ki, arkasını dönüp tüm gücüyle kaçmak istedi. Kendisini kimsenin bulamayacağı bir yere gitmek istedi. Ama böyle bir yer yoktu. Zaten bu yüzden buraya gelmemiş miydi? Devam etti. “Danışma” yazısı bulunan bankta bir memur, gelen aramalara cevap veriyordu. Kız yanına yaklaştığında iri, kahverengi gözlü, sakal ve bıyığı tıraşlı memur kafasını kaldırdı:
“Buyrun. Nasıl yardımcı olabilirim?”
Kız: “Ben, ben” diye kekeleyip devam etti: “Ben kötü bir olay yaşadım. Bununla ilgili şikayette bulunmaya geldim.”
“Tamam. Kimliğinizi verin. Kayıt yapacağım. Şu karşıdaki sandalyede oturun. Birazdan arkadaşlar size seslenecekler.”
Genç kız kimliğini uzattı. Şaşkın şaşkın etrafa bir göz atıp gösterilen beyaz sandalyeye gidip oturdu. Yarım saat bekledi. Beklerken kaygısı daha da artmıştı. Doğru mu yapıyordu? Neden gelmişti ki? Buradan çıktığında hayatında bir şey değişecek miydi? Babasını, annesini ve bir önceki akşamı düşündü. Etrafına bir göz gezdirdi. Bir memur yerinden kalktı. Kahve makinasından bir kahve aldı. Bayan memur önündeki bilgisayara bakmaktan ağrıyan gözlerini ovuşturdu. Kız etrafını izlemeye dalmışken, birden adının okunduğunu duydu. Kafasını kaldırıp ayağa kalktı. Kalbi göğüs kafesinde değil boğazında atıyordu. Elleri ayakları zangır zangır titriyordu. Bir kez daha seslenen memura doğru baktı. Memurla göz göze geldi. Beş adım attıktan sonra artık memurun masasının önündeydi. Her adımda içindeki endişe artmıştı. Elleriyle sandalyeyi gösteren memur:
“Buyrun, oturun. Size nasıl yardımcı olabilirim” dedi.
Genç kız başından geçenleri gözyaşları içinde anlattı. Memur ise yüzünde hiçbir duygu olmadan önündeki bilgisayara anlatılanları yazdı. Arada bir “Kimdi?”, “Nerede oldu?”, “Sonra ne oldu?” Gibi sorular sordu. Kız anlatmayı bitirince polis, ifadesinin çıktısını masanın üzerine koydu ve kızın yaşlı gözlerine babacan bir tavır takınarak baktı:
“Yavrum ifadeni aldım. Şikayetinde kararlı isen imzalarsın, ben de işlemleri başlatırım. Ama ceza alır mı? Çok sanmam. Evlenilecek bir adamsa bu işlemleri yapıp, mahkemelerde dolaştırmayalım seni. Adını kötüye çıkarmayalım. Daha çok gençsin.”
Adam sözünü tamamlayamadan kız:
“Ne diyorsunuz siz!” diye bağırdı. İfadesini imzalayıp koşarak oradan ayrıldı.
İki polisin beklediği dış kapıyı geçti. Merdivenleri hızla indi. Kafasında memurun son sözleri dönüyordu. Dilinde iki kelime vardı:
“Okulum, hayatım…” diyordu ama devamını getiremiyordu. Yağmur başlamış, her yer ıslaktı. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmur altında mahalleye kadar yürüdü. Gözyaşları mı daha çoktu yağmur damlaları mı belli değildi. Montu, pantolonu sırılsıklamdı. Sular koyu kahve saçlarından yüzüne akıyordu. Saçları, kafasının içi gibi karmakarışıktı.
Mahalleye vardığında perdelerin arkasından yağan yağmura, sokağa bakan kadınlar, kızlar onu görünce dudaklarını tiksintiyle kıpırdattıktan sonra hızla perdeleri kapattılar. En sevdiği arkadaşının, can dostunun evine yaklaşmıştı. Karşıdan arkadaşını ve annesini gördü. Arkadaşıyla bir kelime konuşabilseydi. O, onu dinler miydi? Arkadaşı ona “nasılsın?” diye sorardı belki. O da “Derdim var, çok üzgünüm” diyebilirdi belki. Kapılarının önünde karşı karşıya geldiler. Gözleri dostunun gözleriyle buluşmak istedi. Kadın, kızının kolunu hışımla çekti:
“Çabuk gir içeri! Artık onunla konuşmayacaksın. Senin de mi sonun öyle olsun istiyorsun? Dedi. Genç kız bir kez daha yıkıldı. Biraz daha beli büküldü. Artık yürüyüşü kambur bir yaşlıdan farksızdı. Dile kolay, bu kız 17 yıldır beraber büyüdüğü, mahalle arkadaşı, okul arkadaşı, herşeyiydi. Demek ki, akşam avazı çıktığı kadar bağırarak onu bahçede odunla döven babasının sözlerine tüm mahalle kulak kesilmişti.Evin sırrı değil mahallenin yeni dedikodu konusu gün yüzüne çıkmıştı. Karnına, bacaklarına, kalbine, kafatasına velhasılı tüm vücuduna bıçak batmasına benzer ağrılar saplandı. Yağmur şiddetini göz yaşlarıyla doğru orantılı artırdı. Evin önüne vardığında sokak kapısının önünde annesi onu bekliyordu. Kimbilir ne zamandır gözyaşlarıyla bedbaht kızını beklemişti. Islanan saçları yüzüne doğru uzamıştı. Kıyafetleri sırılsıklamdı.” Annem, canım annem! ‘Nasılsın kızım, başına gelenler için çok üzgünüm’ demek için beni kapıda bekliyor” diye mırıldandı. Birden kendini biraz daha iyi hissetti. Annesi ona baktı : “Yaktın beni!” dedi arkasını dönüp içeri girdi.
Annesinin ardında açık kalan kahverengi demir kapıdan içeri hüsranla girdi. Kapıyı kapattı. İçeride bir kalabalık vardı. Akrabalar toplanmış herkes fikrini söylüyordu.
Salonla bitişik olan odasına girdi. Kapıyı kapattı. Kapının arkasında ıslak kıyafetleriyle çömelip kaldı. Salon ile aynı duvarı paylaşan odaya salondan tüm sesler, konuşanların ağzından çıkan sözler, pis kokularıyla beraber aynen ulaşıyordu.
Babası öfkeyle bağırdı:
“Ne yapayım siz söyleyin. Dün öldüresiye sopayla dövdüm, ölmedi. Elimden ne gelir, akıl verin temizleyeyim namusumu!” Dayısı, gayet rahat ve beş kızı yokmuş gibi:
” Erkeğe ne diyeceksin, canı çekmiş, ağzını tatlandırmış ” Dedi.
Küçük dayısı:
“Kancık kuyruk sallamazsa erkek kısmı havlamaz.” dedi.
Amcası dayısının sözünü keserek bağırdı:
“Ne diyorsun sen! Namusumuza ne olacak? Gelsin, elinin kirini temizlesin. “
Dedesi kendinden emin. Ailenin büyüğü olarak bilge kişi ses tonuyla söze başladı: ” Bana bakın, aklınızı başınıza alın! Olay daha fazla dağılmadan, haber verin gelsinler. Hemen yarın istesinler. Bir hafta içinde evlendirelim, olsun bitsin. Bu kızı artık kimse almaz. Bu lekeyle biz insan içine de çıkamayız.” dedi.
Mutfaktan kaşık tabak sesleri geliyordu. Annesi yemek yapmak ile meşgul olmalıydı. Bir kez bile kızıyla konuşmamış, karşı karşıya kaldıkları o tek anda sadece ” Beni yaktın.” diyebilmişti. Peki ama kızı onu yakacak ne yapmıştı? Tüm bunları yaşamayı istemiş miydi! Kızın ıslak kıyafetlerinden akan yağmur suları kapının arkasında küçük bir gölet oluşturmuştu. Odanın içerisi akşamın yaklaşması ve bulutlu havadan dolayı loştu. Kız kafasını kaldırıp cam kenarındaki masasına baktı. Kitapları en son bıraktığı şekilde üst üste duruyordu. Annesinin geçen gün aldığı nergis açmıştı. Tüm odayı kaplayan kokusunu ağlamaktan tıkanan burnu algılamadı. Masanın sağında bulunan panoda büyük harflerle “Üniversiteyi kazanacağım.” yazmıştı. Hemen altında ” Ankara Hukuk” yazısı kalp içine alınmıştı. Artık ağlamaktan takati kalmamıştı ama gözyaşları okuduğu bu iki sözden sonra üşümüş vücuduna, sıcak bir nehir olarak akmaya devam etti. Birden aklına bir şey gelmiş gibi ayağa kalktı. Kapıyı araladı. Koridor boştu. Bulaşık tıngırtılarından annesinin hâlâ mutfakta olduğunu anladı. Salonun kapısı kapalıydı ve içeridekiler bağıra bağıra konuşmaya devam ediyorlardı.Duvarları buz mavisi koridorda asker yeşili bir halı seriliydi. Doğum günlerinde çekilmiş fotoğraflardan oluşan aile panosu odasından çıkınca ilk karşılaştığıydı. İç çekecek, eski günleri düşünecek zamanı yoktu. Parmak uçlarına basarak kahverengi demir kapıya ulaştı. Kapıyı sessizce açtı. Ayakkabılarını ayağına geçirdiği gibi sokağa fırladı. Ara ara şimşek çakıyor, gök gürültüsünün sesi onun yüreğindeki kimsesizliğinin sesini bastıramıyordu. Kimseyle karşılaşmak istemiyordu. Kafası yerde nereye gittiğinden emin koştu. Mahallenin en ücra yerine geldiğinde evi ve sokağı artık gözükmüyordu. Yıkık dökük bir evin önündeydi. Evin bir kısmı çökmüştü. Çatısından düşen tuğlalar bahçeye yayılmıştı. Tahta bir kapısı olan bu evde cılız ışık, kapı deliklerinden gözüküyordu. Çatısının sağlam yerinde dumanı tüten bir baca vardı. Neden burada olduğunu biliyordu. “Benimle aynı kaderi yaşamış biri anlar beni” dedi. Kapıyı çalma gereği duymadan, açtı. İçeri girdiğinde göz göze geldiği yaşlı kadın, yırtık kıyafetlerini düzeltmeye çalışarak ayağa kalktı. Kız koşarak yanına gitti. Yıllardır “çirkin orospu karı “diye kendisinden bahsedilen bu yaşlının kapısını çalan yoktu. Devletten üç ayda bir aldığı sosyal yardım da olmasaydı, bu tek göz odada açlıktan ölürdü. Ölüsünü, koku tüm mahalleyi sarmadan, bulan da olmazdı. Yaşlı kadın kızı bağrına bastı. Sağır ve dilsizdi. Ama kapısını, bu yağmurlu günde çalıp gelenin derdini anlayacak duyan bir kalbi vardı. Sarılıp ağladılar. Ağlayışlarına odun sobasının cızırtıları eşlik etti.Yıllardır böylesi gözyaşlarına alışkın duvarlar kendilerine yakışır sessizlikte onları dinledi. Yaşlı kadının on yedinci yaş gününe ait olduğu anlaşılan bir fotoğraf duvarda asılıydı. O yaşlarda hiç de çirkin sayılmayacak bir güzelliği varmış. Fotoğraftaki, anne ve babasıyla gülümseyen yeşil gözlü, koyu kahve saçları beline kadar uzanan genç bir kızdı. Bunca zamandır yaşlı kadının tek dostu bu bir kare anıydı. Hayatını mahveden korkunç günden yalnızca bir gün önce çekilmişti. Bu fotoğraf ,ailesiyle geçirdiği günlerin son temsilcisiydi. Yağmur şiddetini giderek arttırdı. Gece tüm şehre çökmüştü. Bu iki yaralı gönülden habersiz herkes evlerine döndü. Ansızın çakan şimşek, loş odayı aydınlattı.Yıldırım mahalleye düştü. Sarsıntının şiddetiyle fotoğraf duvardan yere düştü. Lamba söndü. Tüm mahalleye karanlık çöktü.
Hikaye: Zeynep Gür