Otopsi

Otopsi

Hikaye: Dilek Kara

Fotoğraf: Samantha Garrote

Yukarıdan bakıyorum kendime, belki de bir tepedeyim. Başkalarına tepeden defalarca bakmışlığım olmuştur da kendime ilk kez bakıyorum. Kendi vicdanları kadar koyu üniformalar içinde ayakta bekleyen kadın gardiyanları görünce bir tepede olmadığımı anlıyorum… Birazdan bir doktor geliyor, önlüğü ölümün rengiyle aynı: bembeyaz. Üstündeki ufak tefek lekelere bakmayın. Doktor bileğimi tutuyor, nabız yok. ‘’Ölmüş bu!’’ diyor en az bedenim kadar cansız ve soğuk bir sesle. “Bir insana ‘bu’ denmez ölü olsa bile. Ölü mü? Sahiden ölü müyüm ben? Hayır ölmüş olamam, bakın buradayım, beni görmüyor musunuz?” Çığlıklarımı sadece ben duyuyorum: “Zaten kaç yıldan beridir bu delikte başka duyan da olmadı.” diyorum ve susuyorum. Hayatımın tamamı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmiyor. Sadece siyah beyaz bir ekranın arkasında unutamadığım o anlar beliriyor. Beş yıl önce yumruklarla inleyen bir kapının acı sesiyle başlıyor hayatımın kısa ama en uzun kesiti…

Sabahın erken saatinde çalan bu kapının pek de hayra alamet olmadığının bilinciyle ve de cılız bir sesle: “Kim o?” diye soruyorum. Ardından gelen “Emniyet, açın kapıyı!” cevabına istemsizce bir gülüyorum. Bu saatte emniyette olduğumuzu hissettirdikleri için teşekkür ediyorum, içimden. Kapıyı açıyorum. Hemen yüzüstü yere yatırıyorlar beni, bileklerime geçiriyorlar kelepçeyi. O ellerle tuttuğum kalem suç aleti, yazdıklarım da suçun delili oluyor, sonradan öğreniyorum. Karga tulumba bindiriyorlar beni bir arabaya. Daha önce filmlerde gördüğüm demir parmaklıkların arkasına atıyorlar ve kapıyı üstüme kilitliyorlar. Orada on gün kalıyorum tek başıma. Uzun boylu, kısa saçlı ve sert bakışlı bir kadın memurun vardiyasını dört gözle bekliyorum. Kapıyı kapatıyor ama kilitlemiyor. Kapının kilitlenmeyişinin verdiği o anki huzuru hissediyorum. Buraya neden getirildiğimi bilmeden geçirdiğim on günün sonunda -ramazanın ilk gününde- beni sorgulamak için bir odaya alıyorlar. İstediği cevapları alamayan memurun kaşları ok atmaya hazır bir yay gibi geriliyor. Yanında duran dev yarması iki adamsa: “Eğer konuşmazsan ilk orucumuzu seninle açarız.” diyor. Midem bulanıyor. Avukatımı istiyorum, nihayet 14. günün sonunda görüşebildiğim avukat mahkemeye çıkacağımı söylüyor, rahatlıyorum. Suçsuz olmanın verdiği bir rahatlık… Hakim kararını açıklayınca rahatımın arkasını dönüp kapıdan kaçtığını görüyorum. Bir daha geri gelmeyeceğini o zaman anlıyorum. Mahkeme salonunda göz göze geldiğim annemin göz yaşları beni temizliyor, suçun yok diyor. Ağlamıyorum. Babamın gururlu bakışları yoluma düşüyor, bu ışık yalnız geçireceğim tüm karanlık gecelerimi aydınlatıyor.

Benden başka dört kadın daha var bindirildiğimiz zırhlı araçta. Konuşmuyoruz. Hayatımda kapısının önünden bile geçmediğim cezaevi, evine çat kapı gelen misafiri karşısında gören bir ev sahibi gibi sıcak (!) karşılıyor bizi. Daha içeri adımımızı atar atmaz arama yapmak için üstümüzdekileri tamamen çıkarmamızı istiyorlar. İtiraz ediyorum: “Buna hakkınız yok.” diyorum. Bir kadın memur mavi bir eldiven takıyor ve zorla üstümdekileri çıkarıyor. Sadece iç çamaşırlarımla kalıyorum herkesin içinde. Utanıyorum. Annem görmesin diye içime akan gözyaşlarım, ince bir sızıntı şeklinde yanaklarımdan aşağı süzülüyor. Gardiyanın eldivenin plastik kokusu vücudumda dolaşıyor. “Altındakini de çıkar!” diyor gardiyan. Şok geçiriyorum. Kalan son cılız sesimle ‘’Muayyen günüm.’’ diyebiliyorum zorla. “Nerden bileyim içine başka şeyler saklamadığını? Çıkar dedim hemen!” En iğrenç kanlara bile susamış kadın görünümündeki bu zavallı yaratık beni kadınlığımdan bir kez daha utandırıyor. Denileni yapıyorum, gözlerim yerden kalkmaya cesaret edemiyor. İşi bitince sadece alt çamaşırımı giymeme izin veriyor. Ameliyat gömleğine benzer bir kıyafet getiriyorlar, kollarımı geçiriyorum, arkadan ipini bağlıyorlar. Sırtımın yarısı açıkta kalıyor. Bir kapıdan içeri giriyoruz, X-Ray cihazından geçiyorum, mavi eldivenli kadın gardiyanın ve birkaç erkek memurun gözetiminde. O anda maviden nefret ediyorum. Üstümde kendime veya başkasına zarar verebileceğim herhangi bir nesne çıkmadığına kanaat getiriyorlar sonunda. Kıyafetlerimi giymeme izin veriyorlar, her şeyimi alıyorum, gözlerim yerde kalıyor. Bir kat aşağı indiriyorlar beni. Küçücük bir hücreye koyuyorlar. Daha önce bedenime bu denli çirkin bir saldırı olmadığı için zihnim olanları yok sayıyor. Bu soğuk yerde hafızam bir süreliğine donuyor, tüm vücudumu da bir üşüme sarıyor. Demir ranzanın üzerinde duran battaniyeyi alıyorum. Battaniye beni gıdıklıyor. Biraz ısınmaya başlayınca duvarların kokusu burnuma çarpıyor. Çürümüş patates gibi kokuyor ve o sırada oruç tutamadığım anlaşılmasın diye saatlerdir bir şey yemediğim aklıma geliyor, acıkıyorum. Bir süre sonra kokuya alışan burnum, dinlenmeye çekiliyor. Yerden yavaş yavaş kalkan gözlerim de etrafı inceliyor. Bir tuvalet taşının üstüne takılmış duş başlığına çarpıyor ilkin. Sonra minicik bir havalandırma boşluğunu pencere sanıp yukarı sıçrıyor. Kapının üstündeki parmaklıklara ulaşıp arkasını görmek için birkaç kez havaya zıplıyor. İyice yorgun düşüyor ve odayı keşfetmekten vazgeçerek uykunun kollarına teslim oluyor.

Sanki hiç kötü bir muamele yaşamamışım gibi günlerce hücremde öylece oturuyorum. Annemin gönderdiği yeni ve temiz kıyafetleri gardiyan bana teslim ettiğinde onları giyinmek için yıkanmaya kalkıyorum. Unutmak için kendimi zorladığım o anılar, vücudumdaki morluklarla karşımda duruyor ve hafızam yeniden çalışmaya başlıyor. Bir taraftan gözyaşlarım bir taraftan akan soğuk su, vücuduma değen her bir parmak izini temizlemeye çalışıyor. Ben iyice ovdukça mor lekelere yeni kırmızı lekeler ekleniyor. Temizlemeye çalışırken bedenim daha da kirlenmiş gözüküyor. Bir ay sonra ailemle yüz yüze ilk kez görüşüyoruz. Konuşurken babamın gözlerine bakamıyorum. Yüzüm tutmuyor. Annemse hissediyor başıma gelenleri. O an karar veriyorum şikayet dilekçesi yazmaya. Yazıyorum hem de defalarca ama bir cevap gelmiyor aylar boyunca. Elimde yeterli kanıt olmadığı için her seferinde reddedildiğini öğreniyorum avukatımdan. “Kamera kayıtlarında olmalı.” diyorum. “O sırada kameralar bozukmuş.” diyor avukat. “Sadece göz kapaklarımızın ardındakiler çalışıyormuş ama onlar da yeterli değilmiş.” diyorum çaresizce. Kendimi ekranda izlerken doktorun sesiyle kesiliyor ve film burada bitiyor. Ben hâlâ aynı yerdeyim ve kanı iyice çekilmiş yüzüme bir daha bakıyorum.

“Ben bir tutanak yazacağım, müdüriyeti bilgilendireceğim. Zaten otopsi yapılması gerektiği için asıl ölüm nedeni o zaman ailesine raporla bildirilir.” diyor doktor karşısında duran, merhamet ve sevgi gibi insanlığa dair hiçbir duygunun esamesinin okunmadığı yüzlere. Alıp götürüyorlar beni, buz gibi bir yerdeyim yine. Kışın en ayaz günlerinde, hücrem bile bu kadar soğuk değildi. Hatta o günlerde kaloriferin boruları sıcacık sarılırdı belime birkaç saatliğine. Demek ki içlerinde merhamet kırıntısı taşıyan birileri vardı hâlâ. Ama şimdi donmak üzereyim, hiç olmazsa battaniyemi verselerdi. Gülüyorum kendime: “Ölüler soğuktan donmaz ki…” diyorum, o anda ölüleri bile yerinden kaldıracak bir gürültüyle kapı açılıyor ve birkaç kişi beni laboratuvar sandığım bir yere götürüyor. Sadece merak ediyorum: Bedenimi inceleyecekleri bu cihazlar gerçek ölüm sebebimi görebilecek mi diye? Bu otopsi odasında başımda ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum. Nihayet gerçek ölüm sebebim rapor ediliyor ve kayıtlara geçiyor:

“Mahkûmun ölümünde herhangi bir ihmal veya kasıt söz konusu olmayıp ölümü doğal bir nedenle gerçekleşmiştir. Ölüm sebebi: kalp krizi.” diyor. Düşünüyorum ve sadece kalbi zengin kimselere soruyorum: Ölüm sebebim kalp krizi mi kalpsizler mi?

Mayıs 21 

Hikaye: Dilek Kara

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi