Rus Edebiyatında Külotlu Çorap Sorunu
Hikaye ve İllüstrasyon: Serkan Öztürk
“Kalın paltosunun yakalarına gömdüğü başını usulca kaldırdı İvan İvaneviç.”
Okuma yazmayı yeni yeni öğrendiğim zamanlarda kütüphanemizde duran sınırlı sayıdaki bir romanın heceleyerek okumaya çalıştığım ilk cümlesiydi bu. Ayşe’nin ip atladığı, Ali’nin topa baktığı, benim de okula gittiğim zamanlarımdı. Okula gitme nedenini hiç anlamamıştım o yaşlarda. Zihnimde insanlar hayatının belli bir döneminde uyanıp okula gider, büyüyünce de işe gider olarak kodlamıştım. Sabah uyanıp evden gitmek için yaratıldığımıza inanıyordum adeta. Bu gitme özellikle erkekler için geçerliydi benim için. Kadınlar evde kalır, giden erkeklere kahvaltı hazırlar, üzerlerini giydirir, pencereden onları yolcu eder gibi çocuk aklımla son derece bedevi düşüncelere sahiptim. Tabii bunun nedeni evimizin cinsiyet dağılımından kaynaklanıyordu. Evimizin tek kadını olan annem, evimizin diğer dört erkeğini sabah uğurlamakla mükellefti. Bu uyanık erkek kadrosundan büyük abim ve babam dükkanımıza gider, küçük abim ve ben okula giderdik. Bir kız kardeşim olsa elbet, “Hımm, demek kadınlar da gidiyor” diyebilirdim. Okulda gördüğüm kızlarınsa annelerinin işe gittiğini, babalarının onları hazırladığı gibi inanışlara sahiptim. Annem her sabah beni uyandırır. Kıyafetlerimi giydirirdi. Belli bir yaşa kadar annem içime yün külotlu çorap giydirmişti. Hatta hiç unutmam biri kırmızıydı. Bu aksesuarın kızlar için olduğunu öğrendiğimde anneme bakışım biraz değişmişti. Zaten bana durmadan “iki oğlandan sonra kız bekliyorduk, sen kız olacaktın” falan diye söylüyordu. Annem kızsızlığının acısını benden mi çıkarıyordu? Acaba annem “benim çocuğum benim kararım. Kızsın sen artık kız” mı demek istiyordu bana? “Yav anne, git üvey kız evlat falan edin, benden ne istiyorsun? Toplum buna hazır değil hem, yıl 1985, olayları normale indirgemeye çalışacak Netflix falan yok daha piyasada, durduk yere yakma beni.” Gerçi günümüzde de toplumumuz ne kadar hazır tartışılır. Hâlâ tercihinden ötürü şiddet gören, baskı gören, hatta cinayete kurban gidenler yok mu? Neyse, sonradan annemin bu koltuk altıma kadar çektiği yün külotlu çorabın sadece ısınma amaçlı olduğunu anlamıştım.
“Ankara’nın ayazı bir Sibirya soğuğu kadar olmasa da yine de serttir diye düşündü İvan İvaneviç.”
Zaten bir sene daha çorap işkencesine devam ettikten sonra annem bu kötü alışkanlığını bıraktı. Galiba İlkokul 2. Sınıfa gidiyordum. Küçük abim Selçuk, Lise 1’deydi. O benim için rol modeldi. O da okula gidiyordu ama iyi anlaştığı okuldan tanıştığı ve çok iyi kaynaştığı arkadaşları vardı. Ekip olmuşlardı. Her türlü aktiviteyi 4-5 arkadaş buluşup yapıyorlardı. Evimize de gelirlerdi. Gülüp eğlenirlerdi. O kadar eğlenirlerdi ki gülerken yerde yuvarlanırlar, kahkaha komalarına girerler, mutluluklarını birbirlerinin vücutlarına yumruklar vurarak gösterirlerdi. İmrenirdim onların bu hallerini seyrederken. Benim okuldan arkadaşım yoktu. En yakın sıra arkadaşımla gülmezdik anlattıklarımıza. Çok da konuşmazdık zaten. Konuştuklarımız “kalemtıraşın var mı?”dan öteye geçmezdi. Arkadaşım durduk yere ağlardı bazen. Sonra annesi gelip alırdı. Alışamamıştı okula. Benim de çok alıştığım söylenemezdi. O parlak siyah önlük, kocaman kolalı beyaz yaka içinde yaşıma göre kilolu ben, gerçek çiçeklerin içinde ucuz ve yapay çiçek gibi alakasız duruyordum.
Selçuk abim evde küçük çaplı bir krize sebep olmuştu. Nedeni arkadaşlarıyla gezip tozduğu için okula devamsızlık yapmış ve okul eve rapor göndermişti. 19,5 gün gelmediği yazıyormuş raporda. 20 gün olursa okuldan direkt atılıyormuş abim. Annem abimi haşlıyor, babam küsüyor, diğer abim Suat gönül koyuyordu. “Sizin için okumadım ben, siz okuyasınız diye dükkanın başına geçtim, bu mu olacaktı karşılığı?” diye arabesk soslu konuşmalar yapıyordu Suat abim. Selçuk abim buna okulu asmak diyordu arkadaşlarıyla konuşurken. “Lan oğlum artık ben yarım gün bile okulu asamam” diyordu. Abimin kötü alışkanlığı da okulunu asmaktı. İlk önce “okulu asmak” deyimini beynimde tam oturtamasam da eğlenceli bir şey olduğu açıktı. Bu eğlencenin formülü de basitti. Okul günü ailenden habersiz okula gitmiyorsun ve acayip eğleniyorsun. Bu duyguyu ben de yaşamalıydım.
“Gözlerini kısarak şüphesiz pek gecikmeden okulu asmalıyım diye düşündü İvan İvaneviç.”
Artık emindim, ful konsantre olmuş, aileme haber vermeden bu korkunç eylemi yapacaktım. Ama bunu beraber gerçekleştirebilecek arkadaşım yoktu. Olsun kendi kendime asıp, eğlenirim ben de diye düşündüm. Ama okula gitmem şarttı. Gitmezsen, velinin durumu okula bildirmesi gerekiyordu. Fakat ilk derse girip öğretmenimden izin istersem bunun bir riski yoktu. Hem okula gitmiş, hem de sınırsız eğlenmem için 5-6 saatim olacaktı. Okula gittim, ders başladı ve 15 dakika sonra parmak kaldırdım ve öğretmenimiz bana söz verdi. Ben karnımı tuta tuta acı çekiyormuş gibi usulca kalktım ve “Örtmenim eve gidebilir miyim, karnım çok ağrıyor da.” Dedim. Öğretmenimiz “tabii git, evladım” dedi. Planım tıkır tıkır işliyordu. Hemen çantamı alıp kendimi dışarı attım. Artık eğlence vaktiydi. Okul bahçesi denilen ama her yeri beton olan yere çıktığımda yüzümde başarmanın muzaffer edası vardı.Hatta o ara yerde bozuk para bile bulmuştum. Sürprizler şimdiden başlamıştı. O madeni parayı cebime atarken çok önemli bir şeyi unuttuğumu farkettim. Param yoktu! Evet bu madeni para dışında hiç param yoktu. Okula yürüyerek gidip geldiğimden ve yiyeceklerim beslenme çantamda olduğundan para gibi bir ihtiyacım söz konusu değildi.
“Bu parasızlık insanın başına gelebilecek en kötü olay diye düşündü endişeli adımlarla yürürken İvan İvaneviç.”
Parasız, arkadaşsız okul asma işine girmiştim. Amaçsızca mahalle aralarında geziyordum. Daha hiç eğlenmemiştim. Ne zaman eğleneceğim acaba diye düşünürken birden yağmur bindirmişti. Hemen bir binanın altına geçip yağmurdan kendimi korumuştum. Yağmur durmaksızın yağıyordu. Kısa sürede de kesilecek gibi gözükmüyordu. Sırtımda okul, elimde beslenme çantası, okul önlüğü içinde yağmurun altında saatlerce durdum. Hiç eğlenceli değildi okulu asma işi. Acayip sıkılmıştım. Demek okulu asarken hem paran olmalı hem de havalar iyi olmalı diye düşündüm. Yün çorabım olmasına rağmen üşümüştüm. Canım annem demek beni bu çetin günler için hazırlamıştı. Beslenme çantamı açıp, betona oturup içinden çıkanı oracıkta yedim. Annemin hazırladığı, plastik beslenme çantasının kokusunun sindiği köfteli ekmeği, yağmur sesi altında yerken anneme büyük bir ihanet işlemiş gibi hissediyordum. Suat abimin her ne kadar saçsız olsa da bizim için saçını süpürge ettiği aklıma geliyordu. Babam beni okulda biliyordu ben bir binanın altında pinekliyordum. Hayırsız evlat dedikleri bu olsa gerekti. Köfteyi yerken gözlerim dolmuştu, bir daha asla okulu asmayacaktım. Daha sonra başka bir problemle karşılaştım. “İyi de ben eve ne zaman dönecektim?” Kolumda ne bir saat vardı ne de yoldan geçen birine sorabilirdim. Sorsam ne olacak? Okuldan çıkış saati diye bir şey yoktu ki… Bizde zaman zil sesiyle belirliydi. Dersteysen kısa zil çalarsa teneffüs olurdu, uzun ve melodik zil çalarsa ders biter eve giderdik. Okula dönüp, bahçeden zil sesini mi duysam diye aklımdan geçti. Ama ondan tam nasıl emin olacaktım? Çünkü biz sabahçıydık, sonra öğlenciler geliyordu. Hangi zil sesi kime aitti? Kafamda bu deli sorularla cebelleşirken betona oturduğum için olsa gerek acayip çişim gelmişti. Nereye gidecektim bu işi görmek için? Oracıkta yapamazdım ki. İçimde tüm bedenimi hunharca sarmış külotlu yün çorap vardı. Okulu asma laneti adeta beni çepeçevre sarmıştı. Eve gitmek dışında bir seçeneğim kalmamıştı. Annem “niye erken geldin?” diye sorarsa, “öğretmen erken bıraktı” diyecektim. Koşturarak eve giderken bazı siyah önlüklü öğrencilerin de yağmur altında koşturduklarını gördüm. Demek ki okul dağılmıştı ya da bunlar öğlenciydi okula gidiyorlardı. Zamanlamam harikaydı.
Eve gittim, kapıyı çaldım. Annem kapıyı sinirli bir suratla, bir eli belinde açtı. Yüksek bir sesle; “Nerdeydin oğlum sen?” dedi.
Ner-dey-din oğ-lum sen! Bu soruya hazırlıksızdım, annemin en fazla niye erken geldin, ya da niye geç geldin diye sorması lazımdı. “Okuldaydım işte” dedim. Annem seri bir manevrayla ayağındaki terliği havaya fırlattı, havada terliği yakaladı ve kafama yapıştırdı. “Sus yalan söyleme, öğretmenin aradı hastayım diye erkenden çıkmışsın. Nasıl oldu diye sordu, bir şey diyemedim kadıncağıza!” Hassas öğretmenimiz durumumu sorma bahanesiyle beni ihbar etmişti. Hiç tahmin etmediğim yerden gambazlanmıştım. Demek ki okul asarken geride delil bırakmamakta önemliydi. “Nerdeydin bu saate kadar?” diye tekrar sordu annem.
Bu soruya ne diye cevap vereceğimi bilemiyordum. Birden “Okulu astım anneaaa” diye ağlamaya başladım. “Bi daha Kuran çarpsın ki yapmıycam” diye inliyordum. Şu saatten sonra merhamete oynamaktan, araya dini argümanlar serpiştirmekten başka bir seçeneğim yoktu. Annem yumuşadı biraz sonra eve aldı beni. Ben gözyaşlarımı sile sile koşturarak tuvalete gittim. Yün çorbamı sıyırırken altıma kaçırdım biraz.
“Tez vakitte Allah belasını versin bu külotlu yün çorabını icad edenin diye iç geçirdi tuvaletini yapıp, ağlamaya devam ederken İvan İvaneviç.”
Hikaye ve İllüstrasyon: Serkan Öztürk