Sonsuzluk Hasreti
Hikaye: Dilan Kılıç
Sonsuzluk, şimdi buradan bıraksam kendimi boşluğa, ne demek bilebilir miyim ya da hissedebilir miyim sonsuzluğu? Ya da bir buluta tutunsam, o bulut götürebilir mi beni sonsuz huzura? Kuşlar kadar özgür olabilir miyim ben de? Gerçi ne kadar özgürseler artık. Neticede kuşlar da gökyüzünün esiri değil mi?
Ölmek değil, yaşamak istiyorum ben. Sonsuzluğa ulaşıp huzuru tatmak. Yaşarken çok öldüm ben. Artık ölmek yok!
Yaralarım var benim, kabuk bağladıkça yeniden açılan. Çocukluğumun derin yaraları. Öyle çoklar ki. Belki de kadın olmanın yaralarıdır bunlar. Kadın olmak çok güzel, ama zor. ‘Ölesiye’ zor. Kadın olmanın gururunu yaşıyoruz tamam da her seferinde aynı yerden defalarca vuruluyoruz. Dedim ya ölesiye zor kadın olmak. Ölüyoruz. Seçim şansım yoktu. Ama eğer olsaydı, yine kadın olmayı seçerdim. İnadına! Bu sefer daha iyi ve daha güçlü bir hayat sunardım kendime ve de diğerlerine.
Bundan başka bir hayat mümkün mü? Bu dünyadan başka bir dünya kurmak? Ben orada yaşamak istiyorum. Bu dünya cehennem. Kara bir yazıyla yazılmış kaderi sanki. Haşa Allah güzel yazmıştır, ona sözüm yok. İnsanlar ama ne kötü. Benliğim, bedenim, ruhum, hayallerim, çocukluğum, gençliğim, ilk aşk heyecanım, anneliğim çalındı benim ve daha bir sürü şey. Tüm hayatım bir gecede yandı. Külleri, bulutlara değdi geceyi deldi geçti. Utanması gereken benmişim gibi baktı bana herkes. Utanmalı mıydım? Neden?
Daha 10 yaşımdaydım. Bir gece bilmeden büyüdüm. Benim haberim yok büyümenin böyle sancılı bir şey olduğundan. İçimden çocuk ruhumu kazıya kazıya söküp attılar da sanki yüz yaşında bir insanın ruhunu soktular yerine. Ne ellerim ne ayaklarım, saçlarım, gözlerim, bedenim benimdi. Kalbim ve de…
“Utanmaz!” dediler bana. Ona söyleyemedikleri her şeyi bana söylediler. Elimden tutup beni kuytuya çeken adam, arkadaşlarının yanında bana lanetler yağdırıyordu herkes gibi. Komşumuz Erol. On yaşımdaydım ben, çocukluğumu aldı benden. Evliydi bu Erol ve bir kızı vardı. Elif, Erol’un kızı, en yakın arkadaşım. Bilseydi babasının yaptığı fenalıkları yüzüme bakabilir miydi benim? Babasına yine de ‘baba’ diyebilir miydi? Ya da ben anlatabilir miydim Elif’e, daha kendim bile ne olduğunu anlayamamışken? Asıl ben Elif’in gözlerine nasıl bakardım? Zaten bakamıyorduk ki ikimiz de birbirimize. Ne zaman bana dokunsa Elif, gözümün önüne babası geliyordu, kolumdan tutup zorla çekiştirdiği. Ah benim küçük kalbim, göğsüme sığmıyordu. Korkudan, öfkeden, utançtan…
Ben, aylardan sonra bir bayram sabahı ilk defa biraz olsun mutluydum. Kimsenin hiçbir şeyden haberi yok ve Erol da uzun bir süredir ortalıkta yok. Biraz rahatım. Çok az huzurlu. Ama bir yerden çıkıp gelecekmiş korkusu hâlâ içimde.
İnsanlar, korkularının esiriydi kimi zaman. Benim de korkularım vardı ve esirdim artık. Elif’le oynarken birden karşımda gördüm O’nu. Ruhum çekildi sanki. Elim ayağım buz kesti. Başım döndü, midem bulandı. Kusmak istiyorum içimde ne var ne yok her şeyi. Bütün organlarım içimden çıksın gitsin, bütün o anları benimle birlikte yaşayan tek bir hücrem bile kalmasın istiyorum. Zihnimi kusmak istiyorum, gözlerimi, kalbimi… Ne kadar kusarsam içim o kadar temizlenir sanıyorum. Belki yeniden doğardım. Olmadı. Elif’in yüzü de kireç gibi oldu. O’nu eve gönderdi, bana doğru yaklaştı. Ben geriye bir adım attım. O üç adım yaklaştı sanki. Sokak sessiz. Bayram değil de ölüm sessizliği var gibiydi. Duvarın dibine çekti. Kolumu tuttu. Bana doğru eğildi. Yeniden ölecektim bir kez daha. Nasıl oldu anlamadım, yüzüne tırnaklarımı geçirip bağırarak uzaklaştım.
Aylar önce ilk yapmam gereken şeydi bu. Bağırmak. Avazım çıktığı kadar bağırdım. “Anneeeeeee! Bana saldırdı! Yardım edin! Anneeeeee!” Sesim, o güne kadar sesini duyurmak isteyen insanların, dünyayı titreten bağırışına sağır olanları bile bir kez daha yeniden sağır edebilirdi.
Annem aşağı indi. Elimi tutuyorum. Parmaklarım çok acıyor. Annemin telaştan yüzü bembeyaz. Ağlaya ağlaya anlatıyorum bir çırpıda her şeyi. Mahalleli başımıza toplanıyor. Erol, üstü başı parçalanmış, yüzü gözü kan içinde geliyor. Ağlamam kesiliyor. İnanamıyorum. Sürüne sürüne geliyor resmen. Mahalleli bu sefer ona koşuyor. Nefes nefese bir şeyler anlatıyor Erol. Ah vahlar, Allah kahretsinler, utanmazlar, namussuzlar… Bir sürü içi boş kelime havada dönüp duruyor. Sonra gelip anneme, oradan da bana çarpıyor. “Ben kötü bir şey yapmadım.” diyebiliyorum anneme sadece. Annem koca bir taş bulup alıyor eline, Erol’a doğru koşuyor. Mahallenin namuslu sakinleri annemi yere savuruyor. Küfürler, hakaretler… Küçücük bedenimin içinde ruhum eziliyor. Midem bulanıyor yine. İçimdeki bütün pislikleri kusmalıyım. Annem bir hışımla yerden kalkıp ağlaya ağlaya beni eve çıkarıyor. Eve girer girmez bana bir tokat atıyor. Sonra saçlarını yoluyor. “Neden daha önce söylemedin? Neden söylemedin? Neden?” Midemin bulantısından konuşamıyorum. Dilim dönmüyor. Daha fazla dayanamıyorum salonun ortasında yere çöküp, içimdeki zehri kusuyorum. Annem taş kesilmiş bana bakıyor öylece. Bembeyaz bayramlık elbisemin eteğiyle ağzımı yüzümü siliyorum. Bayram bize mi gelmişti sanki?
Annem, ah annem. Kötü bir kâbustan uyanmış gibi sıçradı birden. Yanıma attı kendini. Attığı tokadın acısını dindirmek istercesine sarıldı bana. Elinden gelse geri rahmine saklardı beni, öylesine şiddetli sarılmıştı. Dünyanın bütün kötülüklerinden korumak istercesine. Ama koruyamadın anne, koruyamazdın da zaten. Burası da böyle bir cehennem işte. “Baban” dedi, “Baban olsaydı mahalleyi yakardı.” Babasızlığımı annem vurmuştu bu kez yüzüme. Hem de böyle bir zamanda, gücenmiştim. Babasızlık, kocasızlık kısaca erkeksizlik çok zordu bu toplumda kadınlar için. Başında bir erkek yoksa eğer sahipsizdin ve sana sahip olmak isteyecek çok kişi olabilirdi.
Kapımıza dayanmıştı insanlar. Dakikalar içinde onlarca senaryo yazıldı hakkımızda. Öfkeli kalabalık dağılınca Erol’un karısı Nergis abla geldi. O kadar güzel bir kadındı ki. Nereden, nasıl bulaşmıştı bu adama aklım almıyordu. Annem kapının arkasına sakladı beni. Nergis abla bana bir şey yapar diye korktu. Ama korktuğu gibi olmadı. Anneme öyle bir sarıldı ki annem nefessiz kaldı sanki. Çok ağladılar. Ben küçücük bedenimle korkudan hiçbir yere sığamıyordum. Sonra beni gördü Nergis abla. Diz çöktü önümde. “Kızım için dilim sustu ama vicdanımı susturamıyorum, affet.” Annemin yine nefesi kesilmişti sanki. Kalbini tuttu. Sonra bir hışımla Nergis ablanın saçlarına yapıştı. Tokat attı, kendi saçlarını yoldu, dizlerine vurdu, Nergis ablayı savurdu yerden yere. Nergis abla hiç tepki vermedi. Annem daha da çıldırdı. En sonunda yoruldu, yere çöktü. Nefesini kontrol etmeye çalıştı, oturduğu yerden bir öfkeyle kalktı. Nergis ablayı kolundan tuttuğu gibi fırlattı dışarı. “Affet, öyle mi affet he? En büyük vicdan azabını kızının gözlerine baktıkça çekeceksin sen Nergis.” deyip kapıyı suratına çarptı.
Bir türlü rahat bırakmadılar. Şikâyet ettik ama bizi suçladılar. Başımızda bir erkeğimiz olmadığı için mahallelinin gözünde annem kötü kadın, ben ise onun… Neyse işte. Davamız kapandı, biz yeniden açtık. Annem çok uğraştı. Yuhaladılar, evimizi taşladılar. Ekmek almaya çıkamadık uzun bir süre. Annem evde kalan üç beş parça malzemeyle doyurmaya çalıştı beni. Allah’ın bir kulu da karşılarına çıkıp “Siz yanlış yapıyorsunuz. Asıl suçlu bu Erol deyyusudur.” demedi. Çünkü Erol’u takım elbisesiz ve kravatsız asla göremezdi kimse, her namazını camide kılardı göstere göstere, herkese mutlaka bir iyiliği dokunmuştu. Özellikle mahallenin çocuklarına! Erol amcalarıydı onların! İşinde gücünde, ahlaklı, namuslu, iyi aile babasıydı. Yaşantısının her alanında örnek insandı Erol. Şimdiyse mağdurdu işte. Bize mi inanacaklardı?
Anneme kalsa hepsiyle savaşırdı ama dayanamadı işte, benim için gitmek istedi. Bir gece, küçük bir valizle çıkıp gittik o mahalleden. Annem bir kez daha aynı şeyi söyledi bana; “Baban olsa mahalleyi yakardı.” Babam yoktu, annem yaktı. Ateşini elleriyle harladıkları kendi cehennemleriydi bu onların. O gün o cümleyi bana ilk kez söylediğinde üzülmüş, anneme kırılmıştım. Ama sonra, o an hiçbir şey hissetmedim. Annemdi benim kahramanım.
Çöp gibi zapzayıf bir çocuktum ben. Kolay lokmaydım belki de bu yüzden. Sevmediğim, burun kıvırdığım ne varsa yedim o zamandan sonra. Çatlayana kadar yedim. Nefesim kesilsin istedim, yedim. Kesilmedi. Zaten kesilse o zaman kesilirdi. Çok kilo almıştım. Artık bana kimse dokunamazdı. Dokunmak için daha zayıf, güzel birini seçerlerdi. Belki unuturdum her şeyi. Kamufle edebilirdim kendimi kötü olan ne varsa hepsinden. Bendim dünyaya yük olan, sanki omuzlarım çektiklerimin altında hiç ezilmemiş gibi. Bendim insanlara fazla gelen, umutlarım, hayallerim, yaşama sevincimdi.
İnsanların yüzleri kızarmadan yaptıklarını, söylediklerini ben hatırladıkça yerin dibine girmek istiyorum, şu yaşımda bile. Çocukluğumdaki bütün lekeleri silmek istiyorum. Küçük Sevil’e sevildiğini, çok sevildiğini söylemek, sıkıca sarılmak istiyorum. “Bu olanlar senin suçun değil. Sen kötü bir şey yapmadın. Çocuksun sen, masumsun. Tertemiz, dupdurusun. Başını kaldır ve dik dur artık.” demek istiyorum. Ah canım Sevil… Unutmak istiyorum ama unutamıyorum. O anların şiddetli sancısı yeniden beliriyor aynada kendime baktığım her an. Ve yine o inanılmaz kusma ihtiyacı.
Yıllarca tek başıma sokağa çıkamadım. Korktum. Gülmekten, sevmekten, sevilmekten, âşık olmaktan, yaşamaktan utandım ben. Hakkım yoktu benim hiçbir şeye, buna inandım. Kırk yaşında kocaman bir kadınım şimdi. Annemin öldüğü yaştan biraz büyük. On yaşındaki Sevil’in elinden tutmuş, bir uçurumun tepesindeyim. Sonsuzluğun başı. Boşluğa bırakırsam kendimi sonsuzluğu göreceğim. Sonsuzluğun kucağında rahatça uyuyabilmek, sonsuzluğun o pamuktan yatağına uzanıp acılarımı dindirmek. Mümkün müdür artık ağlamadan, kırılmadan, incinmeden ve de utanmadan huzur dolu sonsuzluğu hissedebilmek?
Hikaye: Dilan Kılıç