Hayal

Hayal

Hikaye: Roza Ülüs

İnsan insan derler idi,

İnsan nedir şimdi bildim

Can can deyu söylerlerdi

Ben can nedir şimdi bildim…

                 Muhyiddin Abdal

Salon kalabalıklaştıkça içimi saran heyecan, iyi bildiğim bir duyguya dönüyordu. Yoldaşım olan bu hissi koluma takıp ziyaretçilerin arasında tanıdık birilerini aradım. Ürkek bir tebessümle baktığım misafirleri selamlarken hepsinin yüzlerine aşinaydım. Bir yerlerde, bir şekilde tanıştığım,  ömrümün insanları bunlar. Hem tanıdık hem yabancı. Beni doğuran anam buna vesile babam gibi. Yıllar sonra kendiliğinden hatırıma gelmelerine şaşırdım. Heyecanıma veriyorum şimdi. İnsan heyecanlıyken dip köşelerde unuttuğu bir hırkanın, yaz günü ortaya çıkması gibi olmadık zamanlarda olmadık anıları döküyor ortaya.

Tarifsiz duygular içindeyim. Dokunsan şuracıkta oturur ağlarım. Tıpkı bir okul dönüşü  varlığımın farkında olan öğretmenimin hediye ettiği boya ve resim defteri ile sevinçten uçarak evin avlusuna vardığımda Servet’in bir hışımla elimdekileri alıp sormadan bana karanlık, pis sözler sarf ederek bir anda içime sığmayan sevinci yangın yerine çevirmesi gibi. Mutluluklar saman alevi bende.

Omzumdaki elle irkildim. Selim’in gözlerindeki mahcubiyet o iki mavi denizi koyulaştırmıştı. Gözlerine daldım. O gözlerden sevgisini okuyabildiğim tek insan evladıydı. Öyle yalın, öyle güzel, öyle kolay, dolambaçsız bir yol gibi… Ruh hali mavinin bütün tonlarıyla gözlerinde can buluyordu. Canım Selim. Çok mutluysa güneşin denizdeki yansıması gibi mavilikleri parıldar. Huzurluysa bir çift nazar boncuğu olur. Güldüğünde bütün gökyüzü ve deniz bir olup konar gözlerine. Geç kaldığı ve benimle salona birlikte giremediği için söyleniyordu. İnsanlara dair umudumun rengiydi Selim.

Tek dileğim yıllarımı verdiğim, ömrümün beynime kazınmış her karesini resmettiğim bu serginin güzel geçmesi. Bende güzel giden işe kuşkuyla bakmak bir huy. Kötü sürpriz nerede diye aranırım. Bu da benim yaşamsal deformasyonum ya da coğrafyamın kaderi diyelim.

Günler geçti, sergi ses getirmişti. Benim gerçekliğim, onlara hüzünlü bir masal gibi geliyordu. Nasıl bir hayal gücüne sahip olduğum, eserleri nasıl bu denli duyguyla ortaya çıkarttığımı eleştirmenler, sanat severler takdir ediyordu. Ama benim içim viran. Hayal gücü değildi olan. Benim hayat bildiğim bahçemin aslında cehennemin ta kendisi olduğu. Hayatın hep zor olduğu, fedakarlık ve sahiplerine minnet duygusunun, baş eğmenin erdem, aksinin günah olduğu bir ortamda büyüdüm. İnsan olmak ağır bir yük, dünyaya günahkar geldik arınmak için de acı çekmek gerek. Hele ki kadınsan. Küçük kalbime büyük yükler yüklediler.

Kırk kat bohçalara sarıp sandıklara kaldırdığım gerçeğim, yüzümün karası geçmişim fırça darbeleri ile gün yüzüne çıkmıştı. Bu durum benim canımı acıtıyor. Yeniden o günlere geri savuruyor, kabuk bağlamış yaram yine kanamaya başlıyordu. Ekmeği öpüp hürmetle başına koyan fakat yaratılanın en yücesini ayaklar altına alıp ezen bir ailenin kızıyım.

Her birinin ayıbını ben o çocuk yaşımda üzerime alıyordum. Kime dert verdilerse onlar görmesin benim gözlerime dolsun, benim kulaklarım duysun, benim canım acısın. Yeter ki duymasınlar kötülüklerini, ayıplarını diye çırpınırdım. Bizim köye yayılıp sünger gibi eziyetleri, acıları emmek istiyordum. Annesinin memesinden akan süt gibi…

Saygı duyulan bu mu olmalıydı? Hayat böyle ağır mıydı? Her şey çok ağır ve çok büyük.  Masallar oysaki öyle değil. Bir de Elifler. Elifin evi de sofrası da anası, babası tavukları bile pamuk kadar hafif. Basit, yumuşak. Onlara gittiğimde sırtımdaki taştan hırkayı eşiğe bırakıp onlar gibi hafifliyordum. Babası onlarla oturuyor ve onlar gibi. Küçülmüyor. Seyrediyorum, güldükçe kadına da dönüşmüyordu. Ve o an yıkıldı köprüm, güven bildiğim dağlar buz kesti. Babam, Servet ve Serhat çığların altında kaldı.

İnsanın başka rengi de vardı. Ama benim gördüğüm; erkeklerin işleri hep çok zor, tüm yük onların omuzlarındaydı. Koruyan, eve ekmek getiren, namus bekçisi, kötülüklerin defedicisi. Herkesin iyiliğini düşünüyorlarsa peki gözleri neden ışıldamıyordu, neden sinsi bir ağrı dolanıyordu ruhlarında köylünün. Utanıyorum ailem hakkında böyle düşündüğüm için. Kötü olan benim. Bir daha Eliflere gitmeyecektim.

Sert olan kış mevsimi değilmiş bizim buraların. İnsanların hayatlarına sahip olma kötülüğüydü coğrafyamızı çetin kılan. Gözüm gerçeğe açılınca, bildiğim hayata kör oldum. Gücüm yetmeyecekti onlara direnmeye. Sesim yükseldiğinde kendimi yerlerde buldum. Odalara kapatıldım.

İşte o zaman çocukken hissettiğimin ne olduğunu bildim.

Serhat’ın attığı tokat canımı acıtmadı da “yollu” sözü beni yerin dibine soktu. İlk kez kendi adıma bana uzatılmış bir utancı alıp tüm hücrelerime nakşettim. İçimdeki saf olan şeye konduramadım. Ne olduğunu bilmiyordum ama. Serhat’a baktım. Neyin öfkesiydi  yüzünü basan alların sebebi? Yanlış olan ben miydim yoksa ele güne verilecek hesabın ağırlığı mıydı? Sinsi bir gülümseme hissettim yüzümde. Ben de onların utancı olacaktım. Kimseye eğilmeyen başlarını eğecektim. Adına utandığım cümle ayıplarının acısını çıkaracaktım. Başları utançla eğilecek. Başkasına söyleyecek sözleri kalmayacaktı. Çünkü ben bir leke gibi namuslarının üzerine konacaktım.

Gidecektim.

Yerimin buralar olmadığını, gurbetliğin bana yurt olacağını anneme anlattım. Bir ah çekip dizini dövdü önce. Gözlerinden sicim gibi akan gözyaşlarını sildim ellerimle. Ellerimi tutup öptü. Annem benim kahramanımdı. Üniversite sınavında bana kendini siper etmiş, kimseyi karıştırmamıştı. Herkes eve bir minibüsle gidip geleceğim okulu yazdığımı düşünerek ses etmemişti. Anamın hayır duasıyla bir gece çıktım evden. Babamın hayalini yıkmıştım kendi dünyama kanat çırparken. Benden esirgedikleri hayatın ortasına doğmuştum yapayalnız. Sonrası hep bir hasretlik.

Okudum.

Sevdim.

İnsan tanıdım.

Yaşamın her kötülüğe rağmen güzelleşeceği umudunu parlattım içimde.

Anne oldum.

Annem öldü. Yıkıldım.

Serhat öldü.

Servet öldü. Ruhumda bir ferahlık hissettim yalan yok. Ama içim acıdı.

Bir tekerlekli sandalyede payıma babam düştü…

Koca bir aileden geriye kalan yarım bir insan. Yıllar sonra karşımda tanıyamadığım babam. Kargonun verdiği bir paket gibi adrese teslim edip gittiler.

İki tekerleğin üzerinde, boynu bükülmüş baban dedikleri yabancı bir adamla kalakalmıştım. Sevinmek yerine can korkusu hissettiğim için utandım. Selim ve Aslı şaşkın, bana bakıyorlar. Onlara karşı da tarif edemediğim bir mahcubiyet yaşıyorum.

 

Günler sonra konuşabildik. Aslı’nın “Dedeciğim” deyip babamın boynuna sarılışı konuşmamızı mecbur kıldı. Babam bu ilgiye mahcup bakışlarla karşılık verip,  kucağını ilk kez sevgiye açmanın acemiliğini yaşıyordu. Beni görünce ikisi de irkildi. Aslı’nın utangaç bakışları kalbimin kirlerini yıkadı. Yüreğime batmış tüm kıymıkları teker teker ayıklayan kızıma, çocukluğumu hayal ettiğim şekilde anlatmıştım. O da annesinden hatıra bir tek dedesine tutunmuştu böylece.

Sevgi kalplerinde vahşi bir at gibiydi. Onu ehlileştirmek isteyen herkesi fırlatıp atıyordu yere. Yazık ki şahlanırken hükmünü sürdükleri düzlüklerde kendi yazdıkları kanunun kurbanı olmuşlardı babam ve ağabeylerim. Beni ehlileştiren de Selim ve Aslı’ydı. Babama karşı nasıl bir yol izleyeceğimi onlara bakarak öğreniyordum şimdi.

Babamın ciğeri yanmış, küllerinden sevgi filizlenmişti. Yıllarca anlamaya çalıştığım o karanlık ruh her şeyini kaybedince aydınlığı fark etmişti.

Aslı’yı uzaktan seyredip; 75 yıllık kara kutuyu açtı Salih Ağa.

“Ağabeylerin doğduğunda seyran eyledik. Bir avazda iki erkek evlat, biri Serhat diğeri Servet. Annen bir anda parladı, o bir avuç topraktan farkı olmayan kadın soyumun devamını bahşetmişti bana, iki seneden sonra gözlerinin yeşilini fark etmiştim. Yüzünün tazeliği, o saçları buğday başağı gibi ışıldadı. Kalbimin karalığına bir kibrit çakmıştı sanki. İçimdeki sevgi tohumunu çatlatmıştı. Ama ben korktum. Seversem eririm. Seversem küçülürüm sandım. O tohumu gönül bağımdan söktüm.”

Babamın annemi fark ettiği bir an olmuş demek ki. Ruhumun bedeninde can bulduğu anam beni kucağına aldığından beri gözlerindeki hüznü bilirdim. Sevgisini, acısını  görürdüm o gözlerde. Gözlerinde sen neyi gördün acaba baba, bir tek rengini mi?

“Biz hiç kendimiz için düşünmedik. Bizim için kararlar önceden veriliyor, sanki Yaradan’ın emri. Boynumuz eğiliyor başka türlüsünü bilmiyorduk. Temelli korkakmışız. Cesaret gösterene de ihanetçi gözüyle baktık. Asıl adam olan onlarmış şimdi anladım. Seversek, biraz sevgi gösterirsek erkekliğimize zeval gelir. Hele ki başkası bu halimizi görürse şanımıza leke sürülür. Hayal ben sizi sevdim. Ama içimden. Kimi içindeki sarayda nicesini ağırlar, ben sizleri gönlümün zindanlarına esir ettim. Keşke tekrar hayata gelseydim, hayal ettiğim gibi yaşama cesaretini gösterseydim. Ömrümü evlatlarıma verebilseydim. Gücü her şeye kadir bildim. Ben babamdan da dedemden de bunu gördüm. İnsanların el pençe durmasına saygı dedim. Ama işte kurban olduğum Allah ben Koca Memed’in oğlu Salih Ağa, insanlığı senden öğrendim. Varımı, servetimi elimden aldı. Bir kaldı nefesim. Sen diyemiyorum sana ve toprağımızın kadınlarına bin canımı versem de kalkamam vebalinizin altından. Ben yaşarken ölmenin ne demek olduğunu şimdi bildim Hayal.

Kendi koyduğumuz yasaların esiri olurken sen cesaret gösterdin. Dünyanın, yaşamanın, insanın, kendi değerini bildin de hayallerine yürüdün. Gittiğin gece dünyam yıkıldı, benim kızım nasıl kara çalar şerefimize. İtibarımız her şeyden değerliydi. Sen tuzla buz ettin. O an yanımda olsan öfkemin nasıl bir ateş olduğunu anlardın. Sabah gün doğarken, Allah bu vicdansız adamın kalbine unuttuğu sevgiyi fısıldadı. Ağabeylerini durdurmak zor oldu. Sana dokunmayacaklardı.

Onca insanın ahını aldık, kendi bildiğimiz yollara evirdik onları. Hep biz bildik. Cehenneme çevirdik hayatlarını da en son biz düştük narına.”

Sustu.

“Ben senin bir gece uyurken sırtıma çektiğin yorganın umuduna tutundum, o an beni seviyor dedim çocuk aklımla. Her mevsim yorganı sırtıma senin elin diye sardım. Hep can korkusuyla yaşadım. Hayatları heba etmeden söyleseydin keşke bunları. Ölüm korkusu mu yoksa vicdanın sesi mi bunları sana söyleten. Seni yumuşak, saf bir sevgiyle sevebilsem, babam diye başıma yeniden taç edebilsem.

Ama senin ocağından çıkarken kendime verdiğim söz hep aklımda:

Sevgi lisanım, umut nefesim olacaktı.

Şimdi seninle yine imtihanım.”

Diye haykırdım içimden…

Hikaye: Roza Ülüs

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi