Yolunu Şaşıran Posta Pulu

Yolunu Şaşıran Posta Pulu

Hikaye: Sevde Budakçı

“Yazıyooor, yazıyooor… Küstürülen kuşların batıya uçtuğunu yazıyor. Acı kumpanyasının nasıl dağlardan denize paralel uzandığını yazıyor… Yazıyor yazıyor.”

Her sabah kısa şortlu, siyah şapkalı çocuktan haber duymaya alışmıştı, Nazif’in kulakları. Bir de her şeye muhalif olup atarlanması yok mu: “Bu nasıl gazete ya! Sırf örtülü anlam!‘’ dedi, öfkelenerek. Batıya uçan kuşlar kimdi? Ya da kendine acı içinde bir topluluk oluşturanlar… Aklı almıyordu. Denize paralel olduğuna göre havayı bile içlerine çekmeleri yasaktı herhalde diye geçirdi içinden. “Haber mi dinliyoruz, bulmaca çözüyoruz arkadaş! Açıkça yazın işte.”

Ver bakalım çocuk oradan bir tane. Yakından görelim, bu kadar üstü kapalı yazıldığına göre kağıdında da vardır elbet görünmeyen izler. Kaç kuruş bu?  dedi.

Kuruş mu kaldı Ağabey! dedi çocuk. Beş lira!

Neee beş mi? Alt tarafı birkaç kağıt parçası.

İşinize gelirse…

Tamam al al! Kaç ekmek parası gitti diye söylenip durdu kendi kendine.

Çocuk uzaklaştıkça; yazıyor yazıyor… K ü s t ü r ü l e n  k u ş l a r ı n  b a t ı y a…… sesi de, baskı ceketi giydirilmiş şehirden atomlara ayrılarak uzaklaşıyordu. Uzaklaşmayıp ne yapacaktı sese bile alerjisi vardı bazılarının! Kuş gördü mü avlamaya, acı gördü mü oynamaya bayılırdı nasılsa, dikta ceketini üreten, koca göbekli fabrika sahibi! Eline aldı gazeteyi evirdi çevirdi. Beş lira değil de sanki beş bine almış gibi, hazine ararcasına bakıyordu sayfalarına. ‘’Merak bu yiğidin kamçısı’’ diye boşuna dememişti eskiler. Fakat “borç” değil miydi o? Ne fark eder hem bu devirde borçsuz adam mı kaldı kardeşim. Her neyse, tövbe tövbe…

Bir hışımla haberleri okumak istedi. Fakat gazete simsiyah renkte ve üzerinde sadece beyaz puntolarla yazı yazıyordu. Sayfaları çevirdikçe baktı baktı başka bir şey yoktu içerisinde. Bütün sayfalarda aynı cümleler kuruluydu. ‘’Küstürülen Kuşlar ve Acı Kumpanyası” İyice merakını cezbediyordu. Meraktan ellerinde ayaklarında gezen karıncalar beyninin içinde halay çekiyor gibi sürekli şunları zikrediyordu: ‘’Kim bunlar kim? Kim bunlar kim? Döndüler mi? dımbıdı dımbıdı dım…” Çocuğun arkasından koşup nereden bulduğunu sormak için gitti. Ama ne çocuk vardı ortada ne de başka gazete satan bir dükkan sahibi.  Zaten etraf ormanlık gibi yemyeşil, sessiz sakin başkaların tabiriyle de huzur dolu bir yerdi. Bu sabah alt tarafı bir posta pulu alıp, adresi olmayan mektuplarına bir yenisi daha eklemek için çıkmıştı yola. Kırk yaşlarında meraklı, somurtkan, aksi bu adam şimdi nereden ulaşacaktı onlara. Kafaya koymuştu bulacaktı ve öğrenecekti: ‘’Yarın yine aynı saatte gelir nasılsa, hem bu zaman da beş lira nedir, ben ona sorarım!’’ diyerek gitti.

 Nazif işte… Kendi kendine sinirlenir, gömlek giymeyi ise hiç sevmezdi. Özellikle beyaz renk olanları. Oturduğu yer büyükçe soğuk bir binaydı ve onun yaşlarında çok kişi kalıyordu orada. Eski oteller gibi tek odalı yalnız evler. Bahçesinde heykeller vardı. Onlara da ayrı uyuz olmuyor değildi. Her geçişte kafasına bir şaplak atıyor: ‘’Eeee noldu gördün mü Hanya’yı Konya’yı…? diyordu hemen. Demir yatak, beyaz duvar ve uçuşan beyaz perdeler içinde ki küçük evine geçmeden herkesin kapısını tıklatıp soruyordu: Siz küstürülen kuşları tanıyor musunuz? Yüzüne sert bir şekilde bir kapı açılıp bir kapı kapanırken o ise durmadan: acı kumpanyasını duydunuz mu hiç? sorularına devam ediyordu. “ Hadi kardeşim işineeee. Kapat hadi” dedi. Kapı ardındakiler…  Nazif’de soru sormuyor sanki sorguya çekiyordu: “Sen söyle acı kumpanyası üyesi misin!? Peki ya sen küstürülüp batıya kaçtığın doğru mu anlat!?  Mesleği polislik değildi ama nihayetinde baskı altında yıllarca yaşamıştı kendisi.

 Uyudu uyandı. Aklı orada Kaldı Nazif’in. Son zamanlarda da aklı tek bir şeyde kalıyordu zaten: “Göçüp gidenler…” Geri döndüler mi? Küskünler mi? Diye diye mırıldanıyordu odasında. Ayakları elleri titreyerek eşlik ediyordu cümlelerine. Arada bir güzel günlerin hatırına kahkaha da patlatıyordu istemsiz. Kafasını çevirdi: Masasında duran mektuplara baktı hepsinin üzerinde pullar duruyordu. Ama hiçbiri açılmamıştı. Zaten nasıl açılacaktı. Hepsini kendi yazmış, bir yere yolluyormuş gibi bir güzel de üzerini yalayıp kapatmıştı. Bütün mektupların içinde ise sadece “ Küskün kuşlar, geri döndüler mi” yazıyordu.

Derin sessizliğin ardından tam pencereye uzanmıştı ki kapısı açıldı. Bir ses: Yine mi kaçıyorsun Nazif! Dıştan boş gözlerle baktığı görülse de, içten geçmiş yılların yükünü taşıyan bakışların arkasından: Döndüler mi doktor dedi!? Doktor acı bir gülümsemeyle: ‘’kaç yıl oldu oğlum? Hem kaç kez dedim sana ? Kuşlar Evine döndü diye…’’

‘’Peki koca göbekli fabrika sahibi’’ dedi. Nazif… ‘’O da fabrikayı batırdı, gitti. Hemşire hanım bir sakinleştirici daha verin lütfen dedi.’’ Nazif aylarca  aradığı soruların cevabına, pek çok kez ulaşmış olsa da, aklını kaldığı yerde bırakmıştı. Ve her zamanki gibi yaşadıklarını unutmak için, kuş tüyü yastığın da ağır  gelen düşüncelerin derinliğinde uykuya dalıp gidiyordu.

Hikaye: Sevde Budakçı

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi