İki Jeton

İki Jeton

Hikaye: Sevde Budakçı

Birkaç yıl önce kaybettiği uçurtmayı arıyordu gökyüzünde. Milenyum çağında ipin ucunu yakaladım mı derken, çorap sökülmeye başlamıştı; nüfus memuru sayım için son kez kapıyı çalmış, yüzümüzü güldüren Kemal Sunal vefat etmiş, suçu saz çalmak olan Ahmet Kaya, Paris’te kaybedilmiş ve  dijital dünyada kıyamet geyikleri dönmeye başlamıştı. Eflak, yaşananlara baktıkça önündeki yılların fragmanını izliyor gibiydi. Düşündü. Durdu. Kendi kendine: ‘’Neden bu filmi önceden izlemeyim?’’ diyerek aklına ‘George Pal’ geldi. Hemen bir telefon açarak onu 20 yıl ileri götürmesini rica etti. Sayın Pal ise bu filmin içinde; ‘’Gerilim, dram, absürt komedi veya korku ne ararsan var ona göre hazır mısın? ‘’ diye sordu. Eflak heyecanla başını salladı ve: “Evet hazırım.” dedi. Hemen hazırlıklar yapıldı. Ve zaman makinesi tam tıkırında işledi. Sonunda,  fragmanın filmini izlemek için yola koyuldu:

– Teşekkürler sayın Pal, diye bağırırken;

– Yalnız sakın unutma Eflak! Yeni düzende her şey değişmiş olacak…

Sesi arkada kaldı. Yolculuğu boyunca her bir yıla geçtikçe, etrafta  bir sinemaskoptan geçer gibi, olaylar da geçiyordu önünden. Hep bir adam portresi beliriyordu. ‘’Bu da kim ola?’’ derken, yirmi gün yirmi bir gece sonra ulaştı.

Ne mi gördü? Çok açık fragmanda olduğu gibi; nüfus, sayım yapılamayacak kadar göç etkisiyle artmıştı. Eflak yürürken sağa sola çarpıyor şaşkın bir biçimde etrafa bakıyordu. Ortalıkta hiç yüzü gülen insan kalmamıştı. Herkes mutsuz ve umutsuzdu. Sanki yüzlerinde maske ile bakıyorlardı ona. Sürgüne gidenler olmuştu… Onlar da oradan oraya savrulmuş, ya da gittikleri yerde vefat etmişti. Ve dünyanın sonu ise yavaştan ense köküne dayanmış, nefes alışverişi duyulur olmuştu. Tabii bu olayların sadece görünen kısmıydı. Daha fazlasına yürek dayanmaz diyerek:

  İki nefes alıp lunaparka gideyim. Bizim hanım teyzenin eteklerinde ki uçakta hem döner, hem de şemsiye çikolata yerken karışık kaset dinlerim. Belki şişe çevirecek bir  insan da bulurum, dedi.

Ah Eflak! Lunapark ortasında, bir şişe çevirip doğruluğa ulaşmak istiyordu sadece. Hem de eskilerden kalma bir oyun ile…  Ama kim çıksa karşısına şişenin ucu cesaretlikten öteye geçemiyordu. Zira, “Cahil Cesareti” o yılların en popüler modasıydı insanlar arasında. Herkesin her konuda bir bilgisi, olan bitenlere de söyleyeceği vardı. Ama doğruluk noktasına geldi mi, büyük bir sıkıntı yaşandığı da apaçık ortadaydı. Vakit kaybetmeden iki jeton aldı. Biri kendi, diğeri kaybedilen doğruluk için…

‘’Doğruluk adına konuşuyor gibi olmasın, fakat kazanması çok zor görünüyor’’ dedi. Çünkü, yalan cesaretinden bir krallık kurulmuştu ülkede. Yeşil renk düşmanları ağaçları kırpıp zulalamış, oksijen bile yetersiz kalıyordu. İki deniz havası soluyayım bari dedi:  ‘’Aman Tanrım o da ne? Deniz komada. Berbat kokuyor.’’ Hızlıca devam etti yoluna. Lunapark ortasında dev ekranda belli belirsiz bir adamın sesi duyuluyordu. Onu görünce: ‘’ Bu o değil mi! Yol boyunca gördüğüm! Ne çok şey anlatıyor: ‘’Cehâlet ne güzel şey, her şeyi biliyorsun.’’ diyordu, Einstein dilinden.

Sesleri duymamak için kulağını kapatsa gözleri her yerde asılı şahsiyet/siz posterleri görüyor, gözünü kapatsa burnu denizin kötü kokusunu alıyordu. Jetonu verdi bindi uçağın içine. O an bir umut ile, 80’ler de yasaklanan Cem Karaca’nın ‘Hasret’ şarkısını rahatça dinleyeyim dedi. Mırıldanmaya başladı: ‘’Bu cennet, bu cehennem bizim / Bu hasret bizimmmm…’’ derken arkadan elleri bağlanıverdi. Ne oldu ne bitti demeden, geldiği zamanda adalet arayışının internet üzerinden gerçekleştiğini gördü. #Eflakiçinözgürlük yazıları paylaşılır oldu her yerde. ‘’Acaba dert anlatacak bir mevki de mi yok burada?’’ dedi. Sessizliğiyle kalakaldı. Neyse ki kısa sürede suçsuz olduğu anlaşıldı. Fakat, – sen neyin hasretini çekiyorsun- diyerek azarlanmasını, absürt dram ve komediye bağlasa da ömür boyunca unutamayacaktı. Ne müzikmiş arkadaş… Bırak müziği, tekdüze aynı ses, aynı ton hiç eksilmiyordu kentin içinden.

Burada bir dilek tutsam şimdi: ‘’Astığım dilek köksüz ağaçlarda kalır, çile çiçekleri serilir önüme uçsuz bucaksız! ‘’ dedi.

Yok kardeşim yok!

Umut edecek bir şey yok bu yerde.

Hatta umut dönektir bu şehirde!

Hatta kalleş oğlu kalleş, dedi.

Şişeyi fırlattı. Ve hemen bir telefon açarak:

– Sayın George Pal, 90’lara dönebilmem mümkün mü acaba?

– Siz 2000’lerden gelmemiş miydiniz?

– Her şeyin başladığı yere de dönmek istemiyorum! dedi Eflak.

Ve, sonunda evine döndü. Televizyonu açtı. Haberlerde yeni bir siyasi adaydan bahsediliyordu. Camı açtı. Televizyonu dışarı fırlatarak, annesine koştu. Ve dedi ki:

– Anne, bir gün: ‘’Biz yol yapıyoruz.’’ diyenlere sakın inanma, olur mu!?

Hikaye: Sevde Budakçı

Fotoğraf: Igor Starkov

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi