Eskiden Eflak’tı buralar
Yazı: Sevde Budakçı
Her sokağı döndüğümde yankılanan o ses. Gheorghe Zamfir’in: “The Lonely Shepherd” müziği. Ve kulaklarımı şenlendiren: Pan flüt. Ardından Unirii caddesinin tarihi binaların arasında kaybolmak doyasıya. Duyduğumda öyle bir kaybolmak ki, yolum geçmişin süzgecinden geçiyor adeta. Ne de olsa adam ruha üflüyor mübarek. Fakat en baştan söylemeliyim; Bükreş’in eski şehrini gezecekseniz, sokak müzisyenlerinden bu sesi oldukça fazla duyacaksınız sevgili okur. O yüzden derin bir nefes alın ve müziğin ruhuna kendinizi bırakın.
Rehber bir düzenle başlar ya geziye. Ya da bir yazar gezi yazısı yazar kronolojisiyle. Ben yine hayatın ortasından dalıyorum konuya metrodan indiğim gibi. Çünkü sevdiğim iki yapıt karşı karşıya; Hanu’l Manuc ve Sfântul Anton Kilisesi. Sanatsal bir sentez gibi canım. H. Manuc, eski bir kervansaray yani han. Kocaman tahta kapısının ardında yıllardır aradığım kervancıyı görmek istesem de içeri girdiğimde demir masalar karşılıyor beni. Sandalyeyi çekerken hadi bi gayret oldukça ağırdır çünkü. İç sesim: ‘’Şu zımbırtıları kaldırın da atlar içeri girsin be adam! İstanbul’dan gelen kumaşlar hele bir dökülsün ortaya!’’ dese de, yere değil göğe bakarak bu işi çözüyorum neticede. Uzun ağaç dalları, gezen güvercinler ve kervanın üst kattaki odaları muazzam bir görsel şölen sunuyor. Hanın sahibi Ermeni Manuc. Bey diye hitâp edeceğim kendisine. Yıllardır o kadar içli dışlı olduk artık. 1800’li yıllarda burayı almış, o zamanın kervansarayı şimdilerin AVM’si diye genel bilgilere hiç mi hiç girmeyeceğim. Zaten bir tık ile her yerden ulaşabilirsiniz bu cümlelere. Fakat böyle güzel bir adamın sahib olduğu hanın, onun ölmesinin hemen ardından kardeş kavgasına kurban gitmesi… Ve hâlâ Romanya’nın Osmanlı’dan çıkma antlaşmasının imzalandığı masanın aşağı mahzende saklanması… Merakımı cezbetmiyor değil. Şu sıralarda herkes buraya et yiyip, bir iki kadeh içmek için gelse de, ben normal bir insan gibi yemek yiyip, bir şeyler içmek yerine; illâ bir edebiyat derdiyle, illâ bir gazeteci ruhu ile bakıyorum buraya.
Hemen çıkar çıkmaz Anton kilisesi karşılıyor bendenizi. 16.yy’da inşa edilen, en eski kilise ünvanına sahip bu yeri; şirin bahçesi, yaş almış taşları ve etkileyici dış mimarisinin yanı sıra içini de muhakkak görmelisiniz. İçi dışından daha renklidir çünkü. İlk girdiğimde ‘’Anneeee bunlar beni kutsuyor’’ dediğim yer. Ve sonrası papazın elindeki tütsüden dolayı her yerin duman altında kalması sizin için de kaçınılmaz olacaktır. “Çok cami, kilise gezdim. Dua ettim. Bir de burada senin için dua edeyim.” dediğiniz kavuşamadığınız bir sevdiğiniz varsa, tam zamanı. Muhakkak dua edin ve fırsatı değerlendirin derim. Çünkü ben ilk gittiğimde sarhoş birinin ağlayarak, bağıra bağıra Tanrısına dua etmesini unutamıyorum. Ya aşk sarhoşuydu… Ya da… Bilmiyorum ama yürekten şunları söylüyordu: “Tanrım! Hiç mi sevmedin beni! İstemez miydin şu insana bir umut ışığın düşsün!’’ Samimi bir kalp her şeyin üstesinden gelebilirdi orada. O yüzden bu atmosferi kaçırmayın isterim.
Kafamda bu düşüncelerle yoluma devam ediyorum etmesine ama sanıyorum ki hepiniz asıl yeri merak ediyorsunuz. Çünkü Bükreş’i gezenlerin ilk geldiği yer: ‘’Dünya Guinness Rekorlar Kitabına göre, dünyanın en büyük sivil ve en pahalı yönetim yeri ile en ağır binası olan Parlamento Sarayıdır.’’ Belki yazının başında: “Çavuşesku sarayından neden başlamadı ki” demiş bile olabilirsiniz. Uuu ne görkem ama! Devasa her yerden gözüküyor. Hatta evime on iki kilometre uzaklıkta olmasına rağmen pencereden görebiliyorum. Hakkını yiyemem. Mimarisi olağanüstü. Lâkin pek bahsetmeyi düşünmüyordum. Bu altın musluk olayları beni hep geriyor çünkü. Saray nihayetinde; soğuk, ürkütücü ve yalnız adam portresi bırakıyor geride. Romenlerin bir kısmı Pentagon’dan sonra dünyanın ikinci büyük binası olduğunu söyleyerek gurur duysa da, bazıları; eski Bükreş’in yerle bir edilmesinin sembolü olduğunu söyleyerek, binayı çok çirkin ve şehir için bir kayıp olarak görüyorlar. Sanırım ben ikinci kesimde yer alıyorum bu konuda.
İşte böyle sevgili okur. Bir yeri gezmeye karar verdiğinizde makyajlı kısmından ziyade, ruhunu da görmeye çalışmanızı tavsiye ederim. Hatta ricâ ederim. O zaman bir şehir canlanacaktır önünüzde. İç gözünüz / dış gözünüzün önüne geçecektir. Ya da tarihin tozlu sayfalarından geçerken toza bulunacaktır ayaklarınız. Karar verdiyseniz, bir tren veya bir uçak bileti alarak bu gezintiye çıkmalısınız. Kim bilir belki, bir kilisenin bahçesinde veyahut kervansarayın gizli mahzenlerinde rastlaşırız bir gün…
Yazı: Sevde Budakçı