Sıradışı Çocuklar
Hikaye: Elif Özsoy
Fotoğraf: Miray Bostancı
Düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz.
Turgut Uyar
Çocukluğumun geçtiği Ali Kâhya Sokağı, köşedeki bakkalın kaldırımından başlayıp yeşil ahşap evin yanındaki büyük kayada son bulurdu. O zamanlar bu sokak, benim ve diğer çocukların hareket edebileceği alanı belirlerdi. Küçük ülkemizin sınırları aşılamayan farazi bir hat ile çizilmiş gibiydi. Ama bu sınırları aşabilen bazı çocuklar vardı.
Sınırları bakkalın ötesine taşan bu sıra dışı çocuklara, “mahallenin çetesi” denirdi. O dönemde hemen hemen her mahallenin bir çetesi vardı ve içten içe hepimiz onlara hayrandık. At arabasının ardına takılıp gelişlerini dört gözle beklerdik. Evlerin duvarlarına çarpan nal seslerini duyunca sokağın başına toplanır, hayranlıkla onları izler, arabacının evinin önüne kadar peşlerinden koşardık. Rüzgârda uçuşan kirli saçları, bir kuşun kanadından farksız, kahkahaları son akıl kırıntısını kaybeden bir derviş kadar içtendi. Ellerinde tahta parçalarıyla arabadan inip yollarına devam ederlerken bize de park eden arabanın kasasında köşe kapmaca oynamak düşerdi.
Akşam ezanına kadar güvenle oynardık mahallemizde. Annem ara sıra “Elif burada mısın? Kaybolmayın tamam mı?” diyerek bilinçaltıma bariyerler çizmeyi de ihmal etmezdi. Aslında güvende olmamamız için bir sebep yoktu. Çünkü mahallenin çetesi her daim işbaşındaydı. Yine de kaybolmamak için sokağın sınırlarından dışarı çıkmazdım. Eğer beni kaçırırlarsa dilenirken daha çok para vermeleri için kör edebilir veya bileğimden kesebilirlerdi. Sonuçta filmlerde görmüştük bunları.
Ama biz güvendeydik. Çünkü bizi kötülerden koruyan bir çetemiz vardı. Daha at arabasının arkasına bile takılamazken onlar gibi güçlü, herkesle savaşabilen biri olmayı hayal ederdim.
Ara sıra at arabası boş gelirdi. Ben de tüm çocuklar gibi koşmaya başlardım ardından. “Hadi Elif!” derdim. “Gün, bu gündür. Bakma çelimsiz olduğuna. Bacaksa seninkiler de bacak, else seninkiler de el.” Ama değildi işte. Bacak, el falan tamam da yürek aynı değildi. Yetişsem de anca tutunup arkasından fıldır fıldır koşardım. Ayağımı o demire atmam mümkün değildi. Çocuklardan biri “Amcaaaa! Arkana takılıyorlaaar!” diyecek olsa ne yapardım? Hâlbuki arabacı sağırdı ama ya o gün duyası tutsaydı ya sinirlenip hızlansaydı?
Bazı geceler onları camdan izlerdim. Bizim için okunan akşam ezanı nedense onlar için okunmak bilmezdi. Sokakta ateş yakıp bisikletleri ile ateşin üzerinden atladıklarında mahalleyi keskin bir duman kokusu sarardı. Küçük kıvılcımlar pantolonlarını, ayakkabılarını, bisikletlerinin tekerlerini yakardı. Zaten bozulursa da kendi bisikletlerini kendileri tamir ederlerdi. Zincir takmaktan elleri yağ içindeydi.
Peki ya sinek ilacı arabalarına ne demeli? Hani şu acımasızca sinek, böcek ne varsa boğarak öldüren… Evlerin içine doluşmasın diye tüm kadınlara kapı pencere kapattıran… Biz kaçacak delik ararken çetenin elemanları Yeşilçam sis efektinde dans eder gibi hoplaya zıplaya oynarlardı.
Annelerimiz sık sık “Sakın o çocuklarla oynamayın!” derdi bize. O çocuklar! O çocuklar kirli ama güçlüydüler. Pis kokuyor ama çok güzel gülüyorlardı. Fakirliğin dibine vurmuş çocuklar olduğu her hallerinden belliydi ama umutluydular. Boylarından büyük olmasa da hayalleri vardı. Tepelerine vurdukça küçülen, küçüldükçe hırsa dönüşen hayalleri… Kaba ve kavgacıydılar ki bu yüzden hiçbirimiz değil onlarla oynamak, konuşmaya bile cesaret edemezdik. Ama onlar bizim kahramanlarımızdı. Yabancı bir çocuk gelip oyunumuzu bozacak ya da bize sataşacak olsa kahramanlarımız uçarak gelir “mahallemizin çocuklarına dokunma!” derlerdi.
Yani sizin anlayacağınız çete üyesi olmam hiçbir açıdan mümkün değildi. Sağdan baksam öncelikle sıskaydım. Bir üflemeyle yere serilirdim. Soldan baksam kızdım ve çetede hiç kız çocuğu yoktu. Arkadan baksam eve ekmek getiren bir babam, merhamet yumağı bir annem vardı. Önden baksam zaten anında elenirdim. Çünkü korkaktım. Henüz mahallenin sınırlarından iki adım öteye tek başına çıkmışlığım yoktu.
Sonra bir gün bir cesaret cadde başındaki camiye kadar yürümeyi göze aldım. Aralıktan çıkacak, caddenin büyük kaldırımına küçük ayaklarımı basacak, sert zeminde yumuşak adımlarla iz bırakacaktım. Bu, o güne kadarki hayatımın en büyük adımı olacaktı. Şu köşeyi döndüm mü beni kimse tutamazdı artık. “Hadi!” dedim kendi kendime. “Hadi Elif, dön o köşeyi!” Yaşadığın dünya için iyi bir şeyler yapmanın yolu, cesaretten başka neydi ki? Vakti gelince bir kuşun sesi olacaksan, kül olan ormanlar için isyan edeceksen, çocuklara dokunmasınlar diye kalem saplayacaksan kirli ellere, “İlle kötü olacaksanız alın size kâğıt; karakter yaratın, roman yazın, tüm kötülüğünüzü gömün o satırlara!” diyeceksen dön o köşeyi!
Kafamı önüme eğdim. Hiç kimseye bakmadan hızlı adımlarla sağa döndüm. Sokağın başındaki bakkalın önündeydim artık ve nihayet, caminin bulunduğu o kalabalık kaldırım karşımdaydı. Bir elimle diğer elimi sıkıca tuttum. Köşeyi dönmüştüm dönmesine ama önümde daha iki dakikalık kocaman bir yol vardı. Kahvenin önündeki tahta sandalyelerde oturan amcalar, kapı önünde çekirdek çitleyen teyzeler, büyük çınar ağaçlarının gölgeleri, yürüyen dev gibi insanlar… Hepsi yabancıydı ve sanki “Ne arıyorsun burada küçük?” der gibi bana bakıyorlardı. “Devam et, az kaldı. Cami kaldırımın sonunda. Sakın geri dönme!” diyerek hızla devam ettim.
Sonunda Kasım Efendi Camii’nin önündeydim. Uzun bir yolculuktu. İki dakika! Gitme denilen yerlere gitmiş, sus dediklerinde konuşmuştum. İki dakika! “Sana ne!” dediklerinde “Bana, sana, hepimize!” demiştim. İki dakika! Hem de tek başıma. İki dakika! Hem de hiç kimseye haber vermeden.
Yalnızdım. Yalnız değildim. Küçüktüm. Küçük değildim. Korkuyordum. Çok korkuyordum. Hep korkuyordum. Hep korktum. Hep korkuttular.
Göz gözeydik artık. Avludaki ağaçların nefesini yüzümde hissediyordum. Cami, gözüme olduğundan çok daha büyük görünüyordu. “Sen! İki minareli! Şeyh Geylani’nin torunu! Koca kaldırımın sahibi Kasım Efendi! Sen mi büyüksün, ben mi?” O büyüktü. İnsanlar da olduğundan çok daha büyüktü, ağaçlar da. Tüm sesler aslından çok daha yüksekti. Hızla ardımı döndüm ve sokağımıza doğru koşar adımlarla ilerlemeye başladım. Hepi topu bir kaldırım boyu yol, beni kan ter içinde bırakmıştı. Devasa insanların, ağaçların ve kulakları delip geçen yüksek ve uğultulu seslerin içinden hızla koşup köşeyi döndüm.
Sonunda sokağımdaydım. Birden bir sessizlik kapladı etrafı. Yerde uçuşan tozlar, evcilik oynadığımız kapı önü, çıkmaz sokaktaki çeşme, camdaki Remziye teyze, ip atlarken lastiğin diğer tarafını bağladığımız elektrik direği, yere düştüğünde çöpe atmaya kıyamayıp, karıncalar yer deyip ahşap evin dibine bırakılan bisküvi, balkonlardaki çiçeklerden başımıza şıp şıp damlayan su birikintileri, ‘yeryüzü çatlaklarının yaması, güneşin doğurdukları, çetenin çocukları…’ Her şey yerli yerindeydi. İçerdeydim artık ve güneşin her gün kimin için yeniden doğduğunu biliyordum.
Bana “hayatının dönüm noktası nedir?” diye sorsalar, o köşe başını gösterirdim. İnsan bir kere sınırların ötesine geçince sonrasında tutabilene aşk olsun.