Binlerce Farkhunda

Binlerce Farkhunda

Hikaye: Sümeyra Şeref Çağlayan

Burası Orta Doğu, burası Afganistan; burası zalimlerin hüküm sürdüğü yer. Bu soğuk taşlarda kim bilir kaç masum kadın katledildi. Burnumda müthiş bir ölüm kokusu. Meydanda koca bir mabet. Her bir taşına kanla mühür vurulmuş. Ben bu ülkenin şanslı kadınlarındanım. Eğitim alabilmiş meslek sahibi olmuş ve kendi ayakları üstünde durabilen bir kadın. Şimdi, yıllar önce yaşanmış talihsiz bir olay canlandı gözümde. Her anını saniye saniye yaşadım, hissettim. Ben o anda Farkhunda oldum. Farkhunda’nın çığlıkları kulağımda yankılanıyordu. Bu nasıl bir tarihi tekerrürdür Allah’ım ne kadına yapılan zulüm ne de mekanlar değişiyor. Yıllar hiçbir acıya ilaç olamıyor, aksine kabuk bağlayan yarayı durmadan kanırtıyor. Şimdi binlerce Farkhunda evlerinde ölümü bekliyor. Gökyüzüne baktığımda mavi ve beyaz kol kola, kafamı indirdiğimde kadınların mavi örtüsü matem libası olmuş. Oysa mavi özgürlüktür. Bu ülkenin kadınları mavi giyer ve özgür olmak ister. Mabedin mavi taşlarının arkası ibadet eden insanlarla dolu, yıllar önce olduğu gibi her şey aynı. Çıkışta muska satan adamlar, kirli yüzler ve kirli insanlar.

İşte şimdi ben Farkhunda Malikzade’yim. Pis vicdanların kirli elleri taş atıyor üzerime. İlk atılan taş kafama isabet etti. Acısını hissedemeden bir başka taş göğüs kafesimi delip geçti. Bir taşın acısı geçmeden yenisi geliyordu. “Müslümanlar gelip dininizi savunun!” nidaları kulaklarımı delip geçiyordu. Ne olduğunu bile anlamamıştım. Koca bir kalabalığın ortasında hedef tahtası olmuştum. Ve kendimi savunmama izin verilmiyordu. Benim bildiğim ve inandığım din bu değildi. Yine dini argümanlar liyakatsiz bir avuç insanın ağzına sakız olmuştu. Daha 27 yaşındaydım. Bu yaşıma kadar her şeyi usulünce yapmaya gayret ediyordum. Ama ne yazık ki yaşadığım coğrafya güzel dinimi yanlış anlayan ve uygulayan cahil insanlarla doluydu. Mümkün olduğunca yanlış anlaşılan ne varsa düzeltmeye çalışıyordum. Tek başıma yapabileceğim bir devrim değildi elbet. Zaten ben de bir devrimci değildim. Sadece doğru bildiğim bir yanlışı düzeltmeye çalışmıştım. Güzel günlerin geleceğine inancımı yitirmemiştim henüz. Gelecekti biliyordum.

Türbe ziyaretimi yapmak üzere gittiğim yerde muska satıcısı, umut taciri, yalancı bir adamın iftirasına kurban gitmemiştim daha. İftiraların en kötüsüne tam da dilimle düzeltmeye çalıştığım bir anda yakalanmıştım. Birkaç kâğıt parçasının alev aldığını, sonra da eski bir Kur’an-ı Kerim’in içinde dumanının tüttüğünü hayal meyal hatırlıyorum. Yalancı adamın pis elleri beni işaret ediyordu. Ama ne söylediğini duymama rağmen anlamlandıramıyordum. Kelimeler havada helezonlar çiziyor, başımın etrafında dönüyor ve kalabalığa karışıyordu. Tam bu sırada gelmişti ilk taş. Biraz önce dediğim gibi tam da kafama. Yüzüm gözüm kan içindeyken. “Ben yapmadım, iftiraaaaa” diye bağırıyordum ama kimse oralı olmuyordu. Bir polisin yaklaştığını görünce sanırım bitecek bu zulüm dedim. Yanılıyordum tabii ki ama o an için buna inanmak, gelen polise güvenmek istemiştim. Daha önce de söylediğim gibi yaşadığım coğrafyada sağduyulu polis ya da devlet görevlisi bulmak hiç kolay değildi. Çarkın dişlileri bu unutulmuş medeniyet yoksunu memleketlerde ya tersine ya da çok yavaş işler. Polislerin yardım etmek istemesine rağmen beni kurtaramayacaklarını anladığımda ise bir binanın çatısındaydım. Yüzümden akan kanları gözyaşlarım yıkıyordu ama başarılı olamıyordu. Çılgın kalabalığın sesleri kulağımı sağır etmişti. Kollarımı tutan polislerin duyarsızlığı ve liyakatsizliği ayağımdan birinin beni aşağıya çekmesine göz yummuştu. Kaçıncı kattan düştüğümü bilmiyorum. Havada süzülürken bir kuş olduğumu hayal etmek istedim. Bu ülkeden, cahil kalabalıktan milyonlarca kilometre uzakta olmayı istemiştim. Siyah asfalta yanağım değdiğinde, son kalan umudumu da havada asılı bırakmıştım. Sonrasını hatırlamıyorum diyeceğim ama cansız bedenim size anlatabilir sanırım. Üstümden pis kokulu lastikler geçti. Taşların soğukluğunu vücudumun her yerinde hissetmeye devam ettim. Bitmeyen bir kâbusun her saniyesini hücrelerimde bizatihi yaşamaya devam ettim. Unutmadan söyleyeyim, bedenimin duyduğu pis kokulara ayaklarıyla karnıma, sırtıma ve başıma vuran insanların ayak kokusu da eklendi. Yetti sanmayın kalabalık insan bozması topluluk, cansız bedenimi nehir kıyısına sürükledi. Orada din için örttükleri tülbentlerini tutuşturup, beni alevler içinde bıraktılar. Bundan sonra duyduğum koku ise yanık saç ve deri kokusundan ibaret. 

Ne büyük cesarettir ki, cenazemi sadece kadınlar taşıdı. Benim ölümüm ne bir ilk ne de bir sondu. Kadınların dünya üzerinde çektiği acılardan sadece biriydi.

Kadın olmak birçok ülkede zor ama Orta Doğu’da daha da zor. İnsanların öğrenmeye ve öğrenen insanların fikirlerine bu kadar duyarsız olduğu bir coğrafya yok. Anlattığım bu hikâyenin kadınların cesaretini kırmasını istemiyorum. Sadece kadına ve mazluma yapılan zulümlerin bitmesini istiyorum. Ben Farkhunde  Malikzada. Afganistan’da yaşayan ve bir hiç uğruna ölen kadınlardan sadece bir tanesiyim…

Şimdi yıl iki bin yirmi bir, değişen hiçbir şey yok. Aynı cinnet topluluğu pis ayaklarıyla üstümüze basıyor. Şimdi ülkemden çıkmam ve her şeye yeniden başlamam gerek. Çünkü burada kalırsam ölürüm. Burası yıllardır bitmeyen savaşların ana vatanı, kan deryası, kin ve nefret memleketi, ölüm kokusunun hiç dağılmadığı yer!

Hikaye: Sümeyra Şeref Çağlayan

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi