Fiyakalı Bavul

Fiyakalı Bavul

(Anı Koleksiyoncusu)

Hikaye: Sevde Budakçı

Fotoğraf: Angela Roma

Dışım kahverengi ve eskitilmiş, derim 1950 yapımı fiyakalıydı. Fabrika üretimi değil, küçük esnaf dükkânındaki baba mesleğine sahip çıkan, toy bir kalfanın ellerinden çıkmıştım. Buram buram emek kokuyordum yaniii. İçim oldukça derindi; herkese ve her şeye yeterdim. Duygulara da eşyalara da.

 İlk yolculuğumu altı çocuğunu geride bırakıp, Almanya’ya çikolata fabrikasında çalışmak için giden Nazlı Hanım ile yapmıştım. Çok defa  hırpalanmıştım onunla. Sendelemiştim. Fakat yine de onu yarı yolda bırakmamış, oldukça sadık davranmıştım. Menderes döneminden başlayarak birçok siyasi olayın içinde ister istemez yer almış, Almanya’da Sosyalistlerin düzenlediği bir mitingde kaybolmuş, olmayacak bir zamanda sahibimin eline tekrar geri gelmiştim.

En soğuk kışlardan en güzel baharlara, yaz mevsiminden hüzünlü sonbaharlara geçiş yapmış, çok görmüş geçirmiştim. Yaşanılan her ana şahit olurdum. Bazen saatlerce hazırlık yapıldığı olurdu içime, bazen alelacele geçiştirilirdim. Ayrılık ve kavuşmalarda aranan ilk eşyaydım. İster çat kapı, ister uzun yolların yolculuğu olsun, “gık” demezdim.

İçimde umut da barındırırdım hayal kırıklığı da. Umut olduğunda gün ışığı alırdım içime, kırgınlıkta şafak vaktinin hırçın doğuşunu. Acı repertuvarım oldukça genişti. Ansızın çıkışlarda zorlanır, yanlarımdan patlak verir yolculuk boyunca, ‘of, puf’ eder,  sıkışırdım.

Bir vakit sonra, yeni sahibime giderken annesinden kızına yadigar edasıyla hediye edildim. Satılmaktan iyiydi benim için.  Çünkü, Mayda iyi bir kadındı. Ve anılara değer verirdi.  Ama kader… Yeni evime geldiğim akşam, ansızın yine yere atıldım. Sahibim üzgün, sinirli ve kırgın bir şekilde içini döküyordu bana. Eee içten içe konuşmaların adamıydım  ya ne de olsa. Onlar söyler ben hep dinlerdim. Dışım sımsıkı kilitliydi. Kimseye ser verir, sır vermezdim.

Fakat maalesef yine paldır küldür yol varsa, dert  tasa başımızdan eksik olmayacak belliydi. Ben bıdı bıdı konuşurken, sahibim Mayda bi yandan içime hızlıca kitap dolduruyordu. Aaa ne iyi. Kitaplar dostumdur iyi anlaşırız. ‘Biz dilsiz kahramanlar’ çoğu ana tanıklık ederiz. Yani çok fiyakalıyız! Ama nedendir bilmem. Bu sefer bir ağırlık bir zorluk yakamı bırakmıyor. İki kemerim hızlıca bağlanmış olduğundan bazı kağıt parçaları etrafımdan ipucu verircesine sarkıyordu. Sıkışmışlığımın içinde sesler gelmeye başladı. Çınar Bey:

– Acele et gelecekler!

– İstemiyorum Çınar. Kitaplarımı gömmek istemiyorum.

– Durum bunu gerektiriyor Mayda, üzgünüm.

– Bilmiyorsun, onlar benim çocuklarım gibi…

Korktuğum başıma geldi iyi mi! Atılacak mıydım? Yoksa toprak altına mı girecektim geçmiş zamanda olduğu gibi. Yok canım beni severler. Hem dedim ya,  anneden kızına yadigardım ben. Bunca hengame arasında içim doldu taştı yine bak. İte kalka gizlice gece vakti bahçeye götürülüyor, o an ise sadece uzaktan ağlama sesleri duyuyordum. Bir müddet sonra sessizlik hâkim oldu.

Evet… Anı koleksiyoncusu olarak bir müddet toprak altında nadasa çekilecektim. Güvelenmesek iyi. İnsanlar değişik varlıklar. En sevdiklerini, en sevdiği ile beraber gömüyorlar. Ama tuhaflık bunu yapanda değil. Yapmak zorunda bırakan da. Üzülüyor muyum? Aksine, umut doluyum. 50 model olduğumdan birçok ana tanıklık ettim. Az çok ne olacağını biliyordum. En azından sonunda kimin galip geleceğini. Ama sıkıntı; hırpalanacağım işte! Duyduklarım beni yoracak.

O da ne? Bir ses duyuluyor:

– Koş koş koşşş! Başımızı belaya sokacaklar. Hemen yakalım şunları görmeden kurtulalım kağıt parçalarından.

Eyvah yakmak mı? Yapmayın! Kitaplar, şiirler, notlar… Hiç yakılır mı! Bu da dünyada şiddetin başka bir versiyonu işte. Şairler doğru söylüyor: ‘Bugün kitap yakanlar, yarın insan da yakar!’ Yanmıyor mu zaten! Eskiden yaktırılan kitapların külleri, hâlâ görülüyordu insanların sırtında: Kara bir leke gibi…

 Mayda, sahibim yanlışlıkla şiir defterini de koydu içine. Ne olacak şimdi. Çok değer verirdi. Ah şu korkak akrabalar! Yapacağını yaptı! Saklanmalarına fırsat bile vermedi. Yapmayınnnnn! Sesimi duyan bile yok. Hoş! Sesimi duymaz ki ateş ile canciğer kuzu sarma olanlar.

İçimi bir bir boşaltmaya başladılar. Sanırım ateşin dumanı derime kaçtı. Dışım damla damla sulanıyordu. Bir insan gibi. İlk kez ağlıyordum. Beni atmadılar ateşe. Herhalde zararsız gördüler. Üstümde yazılı çizili bir şey yok ya! Ama bilmiyorlar, ben onların bilmediği çok şeyi biliyor, şahit oluyordum: Kitaplar gibi…

Mayda, kendisinden sonra yakılan kitaplarına çok üzüldü. Akrabalarını hiç affetmedi. Geri de beni bırakmaları teselli oldu mu bilmiyorum. Ama bundan sonraki yolculuklarında beni ayırmayacağını biliyordum. Yine ilk anda aklına geleceğim. Ve arkasından biri:  ‘bavulun hazır mı?’ diyecek. Sessiz sakin yine anılarına ortak olacağım. O zaman gelene kadar nostaljik bir şıklık katmak için odaların bir köşesinde duracağım. Napalım. Artık dinlenme vakti. Sıyrıklarımın onarılmasına, içimdeki rengin yeniden canlanmasına ihtiyacım var. Gidenlerin dert ortağı, dönenlerin kadim dostu ben: Sayın Bavul. İyi uykular dilerim!       

Mayda bavulu alıp dolabın üstüne koydu. Ve Çınara seslendi:

-Çınar, hani Edip Cansever şiirinde; ‘masada masaymış ha, bana mısın demedi bu kadar yüke’ demişti ya. Bizim bavul da bavulmuş ha… Oradan oraya hırpalandı durdu. Ha babam koyduk durduk içine. Bu kadar yolculuğa bana mısın demedi!

Hikaye: Sevde Budakçı

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi