Hicran
hikaye- Sümeyra Çağlayan
Bir Eylül sabahı doğdular bir anneden. Bir abi iki abla karşıladı bu iki güzel bebeği. Birinin adı Hicran diğerinin Reyhan oldu. Çukurova’nın sıcağı topraktan çekilmemişti daha. Elmalar, ayvalar, incirler, narlar ve karpuzlar en tatlı halleriyle yol azığı oluyordu hâlâ. Her doğan bebek evin ilerideki rençberi olacak diye bakılıyordu. Fatma’nın evi iki doğan bebekle daha da şenlenmişti. Yaz bitiyordu ama hâlâ sıcaklık ve sivrisinekler evin her odasını mesken edinmiş gitmek bilmiyordu. Bebeklere cibinlik yapılmıştı eski bir tülden. Kara sineklerin ve kirli ellerin belli belirsiz lekelediği, perdecilerin ıskartaya attığı paçavradan.
Böylece doğumun üzerinden Çukurova’nın tam üç yazı geçti. Fatma çocuklarına, tarlalara ve evine güç yetirmeye çalışırken, yakın köyün ağasına gelin giden ablası geldi bir ilkbahar sabahı. Hürmet ve sevgi ile karşılandı yıkık dökük gecekonduda. Çardağa kurulan sofrada mevsim meyveleri, bakır sürahide hoşaf, kalaylı sinide gözlemeler, kirli plastik bir kâsede tuz ve kocaman bir leğende yeni toplanmış erikler vardı. “Abla hadi yesene bişey yemedin geldin geleli.” Safiye söyleyeceği şeyin yüküyle ağzını açıp bir lokma alamıyor, gözlerini kardeşinin kara gözlerinden kaçırıyordu. “Guzum aç değilim, bilmiyon mu beni aç olsam yerim.” Fatma ablasında anlam veremediği huzursuzluğun nedenini sormak istedi ama dili varmıyordu. O sırada Hicran kıvırcık saçlarını hoplata hoplata yanlarına geldi. Teyzesinin kucağına oturdu ve teyzesinin güzelim yeşil gözlerinin içine öyle bir baktı ki, Safiye ağzındaki baklayı çıkardı. Fatma’nın şaşkın bakışları arasında aklından geçenleri bir çırpıda söyleyiverdi. “Fatma bu kızı bana versene. Yıllardır bir kız çocuğuna hasret yaşıyorum. Güzel kıyafetler diktirip saçlarını tarayacağım bir kızım yok. Allah bana üç tane erkek vermiş bu yaştan sonra da bir kız evlat vereceği ne malum. Ne olur gardaşım yalvarırım bana bu kızı ver. İnan olsun gözüm gibi bakarım. Hatta gözümden sakınırım eğer isterse okuturum. Ne isterse yaparım.” dedi ve sustu. Derin bir sessizlik oldu. Fatma Hicran’a baktı da geriden gelen Reyhan’a bakamadı. Biricik ablası ondan canını istedi. Yüreğini böl yarıya, koy tabağıma dedi. Konuşulanları, çardağın yanındaki erik ağacını budayan eşi de duydu. Elindeki testereyi bırakıp sofraya geldi. “Safiye abla sen ne diyorsun ne istiyorsun bizden.” Safiye yutkundu, boğazına çakıl taşı takılmış da nefes alamıyormuş gibi mosmor oldu. “Bak gardaşım bende onun anası sayılırım. Amacım kardeşlerinden, anne babasından masum yavruyu ayırmak değil. Sadece onu yanımda büyütmek istiyorum. İstediği zaman getirir götürürüm. Sizin halınız belli bari bu yavrucak güzel imkanlarımdan faydalansın. İnan olsun isterse okutacağım isterse evlendirip en güzel düğünü yapacağım. Ne olur beni yanlış anlamayın içimdeki kız çocuğu hasretinden söylüyorum ne söylüyorsam.” daha fazla bir şey diyemedi Safiye, gözlerini masadaki kirli bardağa ve erik hoşafına dikti sustu. Bu susmak ona asırlık bir işkence gibi geldi. Fatma ve Mustafa birbirine baktı. Hicran’ın kara gözlerine, kıvırcık saçlarına, teyzesinin kucağında erik yiyişine, minicik ellerinin kirine, yırtık elbisesine, lastik ayakkabılarına, o ayakkabılardan habire çıkan haylaz ayaklarına baktılar. İkisi de çok seviyordu Hicran’ı ama onun bu fakirlikten kurtulma şansını düşünmek istediler. Safiye o gün siyah deri çantasını, küçük ipek eşarbını eline aldı Fatma’nın paketlediği gözlemeleri masada unutup yüreğine sardığı ufacık bir umutla çıktı tahta bahçe kapısından dışarı. Ceviz ağacının gölgesinde duran yetmiş model Mercedes marka arabaya binip köyüne gitti.
O hafta Fatma ve Mustafa hiç konuşmadı. Fatma Hicran’ı kucağından hiç indirmedi. Reyhan ağladıkça ablası Nurhayat’a verildi. Yemeği, banyosu, uykusu on yaşında küçük bir anne olmaya özenen ablası tarafından özenle yaptırıldı. Hicran ışık saçıyor ama anne babası ışığında aydınlanamıyordu. Mustafa kızının minik ellerini avuçlarına alıp kıvırcık saçlarını kokluyordu. Kemikli omzunu nar ağacına dayayıp kızının çamurlu ayaklarını siliyordu. Bir ay boyunca konuşmak şöyle dursun birbirinin gözüne bakamayan Fatma ve Mustafa bir gece çardakta, ay ışığının yeni yeşeren üzüm yapraklarını yalayıp geçtiği ve gözlerine değdiği bir anda bakışlarını birbirlerine kilitleyip karar verdiler. Yine hiç konuşmadılar. Sabaha kadar ayın ışığını takip edip günün aydınlanmasını beklediler. Gün öğleye varmadan Hicran’ı yatağının başında izlediler. Fatma sessizce kızının eşyalarını hazırladı. Boyası atmış eski bir poşet bulup kızının bir daha giymeyeceği paçavraya dönmüş kıyafetlerini katlayıp içine koydu. Reyhan’dan bir koku olsun diye onun bir atletini de özenle en üstüne yerleştirdi. Gözyaşları akmak bilmiyordu bir aydır ama tam da kızının uğurlanacağı bugün durmuyordu. Hıçkırıkları içine akıyor, gözyaşları ise Reyhan’ın atletini ıslatıyordu. Mustafa kahvaltısını yapıp yorgun gözlerini masada bıraktı, aklını kalbinin önüne perde yapıp kıvırcık kızını atının önüne oturttu, Safiye’nin köyünün yolunu tuttu. Yolda ne yaşandı ne konuşuldu kimse bilmiyor. Bir aydır konuşmayan Mustafa kızı ile yol boyu konuştu. Gezmeye gittiğini sanan Hicran mutlu, bir o kadar huzurluydu. Güçlü babası yanındayken kendini güvende hissediyordu. Reyhan gezmeye gidemediği için Fatma ise kızı için ağlıyordu Çukurova’nın fakir gecekondusunun patikasında.
Safiye bugün güzel haber alacağım hevesiyle bir aydır her sabah bahçeye hazırlattığı kahvaltısını yaparken Mustafa’nın atla, geldiğini gördü. Yüreği kafesinden çıkıp ağzına gelecek sandı. Hicran’ı görememişti ama biliyordu o da o atın üstündeydi. Mustafa boynu bükük, Safiye yüreği ağzında, Hicran kocaman gülüşüyle hiçbir şeyden habersiz bir dram yaşadı o gün, Çukurova’da konakta ve geniş avluda. Şimdi her şey yeni başlıyor ve bitiyordu geçmiş zamanların kimsesiz ücra köşelerinde.
hikaye- Sümeyra Çağlayan