Yabancı/2

Yabancı/2

Hikaye- Feyza Yılmaz

Ölüm

Bilgisayarı yavaşça kapattı İnci. Dokunmatik klavyenin üstündeki harflerle hayat verdiği Ayperi’yi biraz olsun dinlendirmek istedi. Herkesin biraz olsun dinlenmeye hakkı olmalıydı bu hayatta. Paul’un dediği kadar tembellik etmese de yaşadığı hayat biraz Ayperi’ye kalsındı. Yaşadıkları bir günde sindirilecek türden değildi.

Düşünmek, onu da yormuş olmalıydı. Nihayet yeni romanının ilk bölümünü bitirmişti. Ev halkı yalnız kendisi ve her daim yerini bilen British short-hair kedisinden müteşekkil olunca, bir ses ihtiyacı duydu. Belki bir onaylama, iletişim ya da anlaşılma kaygısı.

“Gözüm aydın.” diye fısıldayarak bir güzel tebrik etti kendini. Heyecandan boğazı kurumuştu. Tezgâhın üstünde özenle dizilmiş irili ufaklı renk renk kupalardan en büyüğünü seçti kendine. Kettleda su ısıtıp kaynadıkça fokurup kabaran sesine gitti aklı. Sıcak yakıyordu. Isınmayı bilen yanmayı da seçmişti bir kere. “Neyse.” diyerek onu hiç yalnız bırakmayan iç sesini bir kenara oturtup suyu yavaşça kupaya boşalttı İnci. Erkek arkadaşının Japonya gezisinden sonra hediye ettiği minik bir hatıraydı bu. Üstünde, Çin’in en güzel çay tarlalarından özenle toplandığı yazan cafcaflı etiketiyle orijinal Huano paketinden iki yasemin topu attı içine. Top gibi sımsıkı ve ketum duran yaseminler sıcağı görünce dans etmeye başlamışlardı suyun içinde. Okyanusun içinde özgürce kollarını kımıldatan bir ahtapota benziyordu bu halleri. Özgür, umarsız ve ürkütücü…

Herkesin her şeyde hak iddia ettiği şu çağda bu kadarını da hak etmişti İnci. Yapayalnız iki tek atmanın nesi kötü olabilirdi ki? İki tek yasemin… Buharını soluyarak yudum yudum bitirdi çayını. Fakat biter bitmez zihninde açılan yeni odaların bitimsiz muammasıyla yüzleşmesi gerekiyordu. Her yenilik kendini eskitiyordu aslında. Her aydınlanma öncekini sıradanlaştırıyordu. İç içe geçen, bir labirent gibi sonu belirsiz, sahipsiz odalarda dolaşmak isteyip istemediğine emin olamadı. Ama bir şey çekiyordu onu. İçine, tam da merkeze doğru… Zaten ne yaparsak yapalım bizi ayartıp günaha sokan hep o tanıdık şeytan değil miydi?

Kurgunun vazgeçilmez bir parçası gibi duran son cümlede kalmıştı aklı. Söylemeyi en çok dilediği, akılda kalsın diye en güzel yeri seçtiği cümle, gazeteci Ayperi’yle komşusu Nalan’ın gergin bekleyişinde hayat bulmuştu şimdi.

“İkisi de huzursuzlanarak beklemeye başladılar gelmekte olanı.”

Gerçekten de bir şeyleri beklemekle geçiyordu hayat. Doğumdan ölüme kadar her adımda beklemek adetti. Doğum sancısını, bebeğin memeyi tutmasını, ilk kakasını yapmasını, ilk yaşına girmesini, okula başlamasını, ergenliğe ermesini, üniversiteye kabul almasını, yuva kurmasını… İnsan sadece biyolojik anne ve babası tarafından beklense hayatın çekilir yanı olurdu belki. Oysa asıl kıyamet bizzat kendisinin gelecekteki yaşama olan meylinden kopuyordu. Beklenen evlilik teklifleri, terfiler, şehir değişiklikleri, mahkeme kararları, seçim sonuçları, partiler, tatiller, otobüsler, diplomalar, ölüm… O kadar çok şeyi bekleyerek geçiyordu ki ömür, insanın yüreği paslanıyordu nöbet tutmaktan. Beklemek, huzursuzluk yapıyordu bünyede. İnananlar sabır, inanmayanlar yaşam diyordu ama ya inandığını yaşamayanlar? Neye inandığını bilmeyenler? Bazen miskinlik bazen yabancılıktı bunun adı. Bazen hayal, bazen umut, bazen vakit öldürme… Ama her durumda huzursuzluktu. Herkesin unuttuğu bir şey olmalıydı burada. Burası dünyaydı. Arap dilindeki kökü gibi aşağıda, alçaktaydı yeri işte. Oraya düğün dernek gelinip çalgı çengi gidilmez, olsa olsa “içine düşülürdü”.

“Düştüğünü Unutan İki Ayaklı Canlıların Bunalımları” adındaki şiir kitabı yayınlanalı iki hafta olmuştu. Ne var ki güzelim şiirlerini, yaşamayan özlü sözler manzumesi gibi görmekten kendini alamıyordu İnci. Ancak okurla buluştuğunda onun hayal gücü yeteneğine bağlı olarak bir ihtimal vardı belki. Hem okunur muydu ki o kadar çok? Oysa roman öyle miydi? Okumaya başladı mı yaşayan karakterler olurdu orada. Hava soğuyunca üşür, yemek bulamayınca acıkırdın hiç olmazsa. Söke söke yaşardın ne yazıldıysa, kadere… Hangi karakter varsa okurun bedeninde bir daha bir daha yaşardı sanki. Romanlar yaşayanların, şiirler ölenlerin hikayesiydi. Göğsünü sıkıştırıp coşturan duygu dizeye girince ölürdü. Şairi rahatlatır, okuru büyülerdi. Ama kubbedeki hoş seda gibi kaybolurdu yankılar gökyüzünün derinliklerinde.

Roman karakterlerini bir heykeltıraş gibi istediği şekle sokabilir, onlar hakkında beklentisizce her türlü düşü hayata geçirebilirdi İnci. Kâh dünyayı kurtaran dört kollu bir kahraman kâh tiksinti uyandıran iğrenç bir yaratık kâh gözden uzak olası kalleş bir katil… Hermafrodit bir örümcekle bile yeryüzünü inletebilirdi işte. Mümkündü cümle imkansızlar. İstediği kadarını anlatıp hayat verir, istemediklerini tek tuşla silip öldürürdü. Hayat ve ölüm…

Masaya yaslayarak kucakladığı başını omuzlarının üstünde taşıdığı bir yük gibi hissetti bir an. Ona saatler gibi gelen saniyeler içinde manaya kavuşan fikirlerin arasında akışa kapılmıştı. Hırkasının dikişlerinin yanağına işlediği izi elleriyle okşayarak teyit edercesine okşadı yanağını. Gözlerine zorlukla açarak hayatla ölüm arasındaki çizgide durmaya çalıştı çaresizce. Aciz ve arafta…

***

Gecenin zifiri karanlığı çökmüştü ortalığa. Sessiz ve sakindi her yer. Gökyüzünde nar gibi kızaran dolunaydan başka ışık yok gibiydi. Öylesine sıcak ve tanıdık bir simayla selam veriyordu ki ay, insanın atmosferin soğuk tüm katmanlarını hızla geçip kucaklayası geliyordu bu sarı top küresini.

“Ay olmak zor olmalı.” diye geçirdi zihninden. “Dünyanın ¾’ünü oluşturan su örtüsüne izin düşsün, sahilden kopan okyanusları gıdıklayıp dalga dalga kıyıya kavuştur, kimse seni fark etmesin. Adalet mi bu şimdi?”

“Takdir beklemek için güneş gibi kavurup kar gibi soğutmazsan yolda kalırsın İnci, demedi deme.”

İç sesiyle sohbetine devam ediyordu belli ki. Gerçek ve rüya, şeffaf bir madalyonun iki yüzü gibi birbirine karışmıştı. Hangi tarafa baksan diğerini görüyordun.

Sanki başka gerçek arkadaşı varmış gibi hayıflandı İnci. Kendi kendine düşünmüştü ama doğru muydu şimdi bu? İnsanoğlunun ve insankızlarının huyu kurusun, biyolojik saati gereği gece saatlerinde ne olur ne biter bihaberdi. Anlasa da çanak çömlek eğlenip, vur patlasın çal oynasıncılar çoktu. Gizemin gürültüsü duyulmazdı. Güneşin mesela… O öyle miydi? Kışı, yazı, baharı vardı. Hem üşütür hem sevdirirdi. Oysa ay, pek derin pek korkutucuydu. Bir kere onu anlamaya beden gerekti. Gece dolunayın ışığının karanlığı nasıl deldiğini o saatte uyanmayan bilmezdi. Hem uyandı diyelim, akıl gerekti. Ef eşittir em a ile öğrenilen “değişmez” kanunu ayın kalıbına göre kesip biçmeyen anlamazdı. Hem anladı diyelim, kalp gerekti. İki zıplasan yere çakıldığın dünya kadar derdi aya koysan hafifler, altıda birden fazla etmezdi ağırlığı. Dertler değişir, incirin çekirdeği yanında büyük kalırdı. Dünyalar değiştikçe hafifleyen ağırlık uzaya düşse kocaman bir hiç olurdu.

Bir kez daha tekrar etti içinden. “…hiç olurdu.” Tüm hücreleri, eski taş evlerinin mahzenine inerken açık bırakılan kapıdan uğultuyla giren rüzgârın üflediği uğultulu serinlikle dolup taştı bir anda. Hiç olmak bu kadar kolaysa, neden böylesine mütereddit bakıyordu gökyüzüne?

Göğsünün daraldığını hissetti birden. Sorularına cevap bulamadığında hep aynı şey olurdu. Annesiyle babasına anlattığında türlü çözümler bulmak için onu şehirde nefesi en sağlam hacı hocalara götürmüşlerdi. Anlamadığı bir dilde, kutsal kitapta duyduğu alfabeden farklı bir dilde konuşur gibi okunup üflendiyse de fayda etmemişti derdine. Gerçi son gittiklerinde, ihlası artsın eline sıkıştırdıkları yüzlüğü iki yüz lira yapmıştı annesiyle babası. Ama çözüm değildi yine de. Göğsünü biri bastırıyor gibi hissediyor, nefesi tutuluyordu. Sonra türlü üç harfli çıkartma seansları yapılmıştı. Çarşaflar, ateşler, kurşunlar… Bir şey görmeseler de çıktı demişlerdi. İçleri rahat etsindi. Bir keresinde de sarkaç tutmuşlardı göğüs kafesinin ortasına. “İki seansta çözeriz, ama kontrolünü ihmal etme.” diye tembih etmişti kadıncağız. Bir daha kontrole filan gitmemişti İnci. İyi de gelmemişti zaten. Çünkü belki de sorun o değildi…

O esnada karşısında heybetli bir melek belirdi İnci’nin. 16.yy’dan kalma barok mimarisiyle dikilmiş bir sarayın sırma çerçeveli camlarından aşağı süzülen ipek perdeleri andıran uzun kanatları harikuladeydi doğrusu. Oldukça uzun bir boyu, kız mı erkek mi olduğunu ele vermeyen bebek gibi sevimli bir yüzü vardı. Saçları ne beline ne de omzuna düşüyor, ikisinin arasında bir yerde duruyordu sırtında. Kumrala çalan rengiyle dalgalanan iri bukleleri şampuan reklamını andıran çekici bir güzellikle cezbediyordu insan.

İnci’yle göz göze geldiler çok geçmeden. Bakışları mıh gibi kilitlendi birbirine. Gözden göze akan elektriği hissetmemek elde değildi. Ne düşündüğünü bilir de susar gibi baktı melek. Sanki onu avucunun içi gibi tanıyor, ama incelmiş düşüncelerinden bir daha incitmek istemiyor gibi… İnci’nin zihnindeki masum soruların karmaşasını görünce gıkını çıkarmadan uzunca bir müddet öylece durdu. İnci’nin kabahati yoktu ki. Sorsa cevapsız kalacaktı. Sormadı. Neyi aradığını bilmiyordu. Kesin olan şey, beklemeyip aradığıydı.

Bu bilinmezliğin İnci’yi soktuğu kara deliğin sonu hiç olmayacak gibi hissetti birden. Ve kaşla göz arasında, en can alıcı yerden sapladı iğnesini İnci’nin aklına.

“Kesin cevaplardan korkuyorsun. Çünkü kesinlik katılığı, katılık da zulmü getirir sanıyorsun.” diye seslendi Melek.

“Oysa senin şu mütereddit halin, kendine yaptığın en büyük zulüm.” diyerek bulunduğu yerden aşağıya indi. Bedenin hiçbir zerresine dokunmadan, burnunu burnuna değdirmeye ramak kalıncaya dek yaklaştı İnci’ye. Bakışları olmasa da sesi şefkatle doluydu. Sadece en yakınındakilerin duyabileceği bir sesle, evrenin bilgisini verir gibi fısıldadı kulağına.

“Şüphe duymayı bırakman gerek.”

Tüm kelimeler davetsiz gelen fırtına gibi bulutların üstünde seke seke yankılandı havada. Eğer duyulsaydı, örtüsü kaldırıldığında gizemini yitiren çıplak bir dansöz gibi ele verecekti kendini ay, kim bilir… Neyse ki İnci’den başka duyan olmadı bu pişkin kelimeleri. Nefesi tutuldu İnci’nin. Aldığını veremedi. Verdiğini alamadı içine. Göğsünde sıkışan havasızlık içinde Ayperi ve Nalan’ı hatırladı birden. Hiç düşünmeden öldürdü onları. Huzursuzlukla beklemek yerine teslim oldu, gelmekte olana… Yeni hikâyenin doğması için eskinin ölmesine izin vermekten başka yol yoktu.

Hikaye- Feyza Yılmaz

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi