Çıtırtı

Çıtırtı

Hikaye: Tuğba Sina Aydın

Fotoğraf: Meruyert Gonullu

Mezarlık bekçisinin karısıyım. Adım Hatice. Kocam Rüstem, geceleri mezarlıkta sarhoş kovalar. Ben de gündüzleri  oralarda bir dolanır gelirim. Neredeyse saat başı. Mezar taşlarının dibinde bitiveren yabani otları yolarım. Sobaya atacak çalı çırpıyı toplar, omuzlar götürürüm. Yaklaşık yirmi  senedir bu böyle. Mezarlık içinde lojmanımız, ağzından çıt çıkmayan kabir ehli komşularımız var. Ancak bir ay önce, çıkmıyor dediğim o ‘çıt’ çıktı. Sonra da süratle ruhuma demir attı. Bu ‘çıt’, alev saklayan sobanın üzerine koyduğum güğümün gürültüsünden çok daha şiddetliydi.

Rüstem’in  kahvehaneye gittiği  ikindi vakitlerinden biriydi. Ben de çoluk çocuk gürültüsü arasında, kısık ateşteki ocağa kuru fasulyeyi koyup mezarlığa çıkmıştım. Nerden baksan üç dönümlük mezarlık arazisiydi ama hepi topu  bir-iki ziyaretçiden başka kimsecikler yoktu. Onları rahatsız etmeden, sessizce yanlarından geçtim. İleride, mermerlerin birisinin üzerinde, gözüme resimli bir kağıt parçası ilişti. Biraz meraktan, biraz çöp toplama bahanesiyle o tarafa doğru yaklaştım. Baktım, bir fotoğraf. Şu bildiğimiz; iki uzun, iki kısa kenarı olan. “Uçmasın” diye kocaman bir taşın altına yerleştirilmişti. “Allah Allah!”, dedim. “Bu nasıl bir fotoğraf böyle?” Hani ne diyeyim; buralara zaman zaman  aile fotoğrafları bırakanlar olur. Yeni doğmuş bebek resimleri, düğün, nişan, askerlik… Bilmez miyim, bunların hepsi toprak altında kalana, “Gözün arkada kalmasın.” mesajıydı. Hatta başka şeyler de bırakırlardı: Mektuplar, bebek zıbını, gelinlik tülleri… Ama böylesi bir fotoğrafa rastlamak hiç aklıma gelmezdi: Sıvaları dökülmüş duvarların arasında bir adam var. Dağınık, kirli bir oda. Adam plastik, beyaz bir sandalyeye oturmuş. Hem oturmuş, hem yatıyor desem daha doğru olur. Kafasını arkaya atmış. Öylece poz vermiş. En dikkat çekici kısımsa,  adamın bulanık  yüzü. Bence fotoğraf makinesinin kalitesizliği ile hiç alakası yoktu. Basbayağı adamın yüzünü sansürlemişlerdi. Aklım almamıştı böylesi bir fotoğrafı, ölüyü kucaklayan mermerlere böylesi bir fotoğrafın konulmasını.  Bendeki sorular bitecek gibi değildi. Orada dikilip durmanın anlamı da yoktu. Fazla zaman kaybetmeyip her zamanki şeyi yaptım: Bir an bile düşünmeden fotoğrafı mermerin üstünden çekip aldım. “Dur bakayım, neyin nesidir, öğreniriz .” diyerek ceketimin cebine attım. O akşam bir elimde çay bardağı bir elimde fotoğraf nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum.

Ertesi sabah kuşlukta çocukları okula yollayıp,  doğruca bulaşığa geçmiştim. Bir yandan da  mutfak camından mezarlığa girip çıkanları izliyordum. Döndü yengegil ellerinde mersin fidanlarıyla mezarlığa ilk giriş yapanlardı. Ardından  on yıldan beri her sabah ellerinde çiçeklerle  merhume karısına gelen Hüseyin Rahmi Bey göründü. Bir iki kişiyi daha gördüm ama kim olduklarını tam çıkartamadım. Bir aralık yeşil  tülbentini çenesinin altına dolamış kot pantolonlu bir kız gözüme çarpmıştı. Tahminim on yedi, on sekiz yaşlarında. Sürgülü kapıyı ardından hızla çarpıp  mezarlığın iç taraflarına doğru ilerledi. Peşi sıra, sırt çantasının fermuarından sarkan  ayıcıklı anahtarlığın hızlı hızlı  sallanışını izledim. Bu kızı son zamanlarda buralarda çok görüyordum. “Aaa! Bir dakika.”, dedim. “Bu kız kimin nesidir, bildiğim yok. Ama  hangi tarafta  çömelip dua ettiğini iyi biliyorum.” Kafamda bir anda şimşekler çaktı. Köpüklü tabakları, kirli bardakları -her ne varsa- evyeye bıraktım. Alelacele elimdeki havluyu fırlatıp, koşturdum.

Vardım, baktım. Aklıma gelen doğruymuş. Dün fotoğrafı çekip aldığım o mermer taşına, bugün, bu  kız  omzunu yaslıyordu.  Mermerin üstündeki yazıları  dün de okumuştum: “Sultan Yorgancı, Doğum Tarihi: 03.05.1975, Ölüm Tarihi: 27.11.2019, Ruhuna Fatiha” “Duasını bölmeyeyim, beklerim.”, dedim. Beklerken, rahmetliye bir Fatiha gönderdim. Elimdeki fotoğrafı, aldığım yere geri koyup, üzerini de yine kocaman bir taşla örttüm. Bu yaptığım hareketleri kız fark etmedi bile. Beş- on dakika ya geçti ya geçmedi, kız duasını bitirmişti. Üstünün başının ıslağını elinin tersiyle sildi.Yüzüne baktım,  gözlerinin akı yoktu. Onun yerine kan denizi içinde yüzen gözbebeklerini görüyordum. Kendisini beklediğimi anladı. Hemen atıldım:

-Hanım kızım! Çok ağlamışsın ya, kıyamam. Çok özel değilse bir şey sorsam olur mu? Burada yatan senin neyin olur? Bi de bu.(Fotoğrafı gösterdim.) İstersen böyle ayaküstü değil de, bize gidelim. Orada konuşalım. Ha, ne dersin? Da, evim şuracıkta.

Hiç tereddüt etmeden, kafasını “tamam” anlamında salladı. Giderken adını, yaşını falan sordum. Tahmin ettiğim gibi on yedisindeymiş. Adı Nihal’miş. Eve doğru yürürken pek konuşası yoktu, ben de üstelemedim. Derken eve geldik. Ocağa çay koydum. Bir on dakika kadar, mutfak masasında duran Rüstem’in kül tabaklarını seyretti:

      -“Eski bir şey. Benim çeyizimden kalma. Pek güzel değil ama sen beğendin herhalde.”, dedim.

       – “Yok teyze. Ondan değil. Bizim evde de kül tabakları masada dururdu. Ama babam onları hiç kullanmadı.” dedi.

       -Ay ne güzel kızım! Demek ki baban sigara içmiyomuş. Benim  adam günde kaç paket bitiriyo, bi bilsen.

Biraz dalga geçer gibi mi konuşmuştum? Söylediklerim için çok utandım. Sesi titreyiverdi. Elleriyle yüzünü kapattı:

              – “Babamın sigarasız günü yoktu. Sadece sigarayı oraya söndürmüyodu. Bak!”  Bunu der demez,  gömleğini yukarı kaldırdı. Göbeğini, sırtını gösterdi:

               – Hiiiii!  Nasıl olur bu kızım? 

              – Bacaklarımda, hatta başka yerlerimde de var teyze. Ama annemin vücudunda bundan daha fazlaydı.

Elim ayağım bir birine dolandı. Tepsiyi devirdim. Her yere bardak kırıkları saçıldı. Benim çığlığıma küçük oğlum uyandı ama Nihal’de ‘tık’ yoktu. Kopardığım feryadı hiç tepki vermeden seyretti. Sigara izmariti tüten bir vücuttan daha ne bekleyebilirdim ki? Nihal’in,  bardak kırıklarını, mutfak masasında devrilen yemekleri, yolunmuş saçları, öldüresiye dövülmeyi, mor rengin her türlü tonunu  bünyesinde hazmedişini anlayabilmem kolay görünmüyordu. Ama o kolayca anlatmıştı, beş ayrı suçtan aranan alkolik babasını,  bir de  elinden uçup giden annesini.

Birinci demliği bitirdik. İkincisini demledim. Sonra demlikte kalanı haşladım. Bir baktım, haşlamayı da bitirmişiz. Ardından kahve koydum. Şu birkaç saatlik halim,  Esra Erol’ları, Müge Anlı’ları izlediğim hallere  benzemiyordu. O saatlerim,  Nihal’in  her cümlesinde her harfinde tekrar tekrar yumruklanan bambaşka bir Hatice’ydi.

                     – “…Annem!” dedi. “Annemle bazı geceler sohbet ederdik. Dört kez hamile kalışından, bu  bebeklerden bir tek benim dünyaya gelebildiğimden bahsederdi. Diğer üç kardeşim annemin karnındayken babamdan yedikleri tekmelerle ölmüş. Şükür ki annem bana hamileyken babam çoktan askere gitmiş. Bazen keşke hiç doğmasaydım diyorum. Annem benim yüzümden o kadar çok dayak yerdi ki. Ama bir yandan da anneme hep can yoldaşı olduğum zamanlar aklıma geliyor, vazgeçiyorum bu düşüncelerden…”

Bu kısımlarda konuşası gelmişti Nihal’in ama benim aklımda başka şeyler vardı. Dayanamadım. Çok önemli şeyi sormam gerekiyordu:

                – “Peki kızım”, dedim. “Hiç mi şikayet etmediniz? Annen boşanmak istemedi mi?”

               – Olmaz olur mu teyze? Annemle babam boşanalı beş sene oluyor. Sonrasında annemle ikimiz  dedemgile taşındık. Ama babam, annemin yakasını bırakmadı. Dedemin parmağını doğradı, nenemi  bıçakla tehdit etti. Annem defalarca savcılığa dilekçe verdi. Doktor raporlarını gösterdi. “ Korunmamız için bir polis ayarlasanız. Bu adam bizi öldürecek.”, dedi. İlk  zamanlar annemi  hiç umursamadılar: “ Sen bi de zırhlı araca binmek istersin.” deyip başlarından savdılar. Ama doktor raporları gitgide artınca, işin ciddiyetini anladılar. Bu sefer de “Şu an yeterli personelimiz yok. Bir koruma belirlediğimiz gün sana haber vericez.” dediler. Ama o dedikleri gün hiçbir zaman gelmedi. Annem evin içinde dört dönüyordu: “Bizi koruyan bir Allah’ın kulu çıkmayacak mı?” diye haykırışları hâlâ kulaklarımda. Gel zaman git zaman, annemin aklı gidip gelmeye  başlamıştı. Kendi kendine konuştuğunu, çığlık attığını çok gördüm.  Son nefesini verdiği güne yetişemedim. Markete gitmiştim. Ben gelesiye babam çoktan annemin karnına bıçağı saplamış…” Bu son cümlede çenesi titredi. Sırtının arkasına birkaç tane kırlent yerleştirdim. Yaslandı. Biraz da su verdim.

                  – “Yorma kendini kızım. Az dinlen.” dedim. 

Birkaç dakika geçmeden aklıma şu gizemli fotoğraf geldi. Aslında  kızcağızı konuşturdukça yorduğumun farkındaydım. Ama  merakıma da engel olamıyordum ki. Dayanamadım, sordum. Çayından bir yudum aldı. Ve beni, içimi acıtan bambaşka bir öykünün girdabına soktu:

                  – O adam bir polis. Sorgusuz sualsiz işinden atılanlardan sadece birisi. Son nefesini o şekilde, bir hapis hücresinde vermiş. Upuzun bir hikayesi var. Onu da anlatırım teyze, merak etme. Yalnız şunu söyleyeyim: O fotoğraf annemin yıllarca sorduğu soruların cevabı. “Beni koruyacak polisler nerde?”, diyordu. Meğer beklediği kimler varsa,  ya duvarlar arasında ya da toprak altında çürümeye bırakılmışlar. O fotoğrafı, merakı gitsin diye koymuştum rahmetlinin başucuna.

Ne diyeceğimi bilemedim. Hem Nihal’i dinledim, hem de parmaklarımı fotoğrafın üzerinde gezdirip durdum. Vakit ilerleyince Rüstem geldi. Hep birlikte arabaya bindik. Nihal’i, kaldığı yurda bıraktık. Rüstem meraklandı: “ Yetiştirme yurdundan çıkmış gelmiş bu çocuğu nerden buldun?”, diye. Olan biteni anlattım. Otuz yıllık kocamın gözyaşlarına şahit olduğum gün azdır. İşte o akşam, o tarihi günlerden  birini yaşıyordum. Rüstem, buzdolabının üzerine yapıştırdığım fotoğrafa uzun uzun baktı. Pek bir şey söylemedi. Ertesi gün ise benden habersiz fotoğrafı oradan almış. Kahvehaneye götürmüş. Orada duvarın birine astırmış. Ben sorunca söyledi: “N’apıyım hanım? Herkes görsün istedim. Bugün toprağın üstü varsa, yarın da altı var.”

O günden bu yana vakitlerin çoğunda, Sultan Bacı’mın yanındayım. Bazen elime bir bez alıp yanına gidiyorum. Taşlarındaki kuş pisliklerini temizliyorum. Bazense yanına bir sandalye çekip oturuyorum. Uzun uzun konuşuyoruz. Sabah bir demlik, akşamüstü iki demlik karşılıklı bitiveriyor.Geçen hafta toprağına menekşe, begonya ektim. Allah’ın izniyle birkaç aya filiz verirler. Ne mutlu bana! Bunca yıllık dertleşmek istediğim komşu özlemim bitmiş oldu. “Komşusu açken, tok yatan..”, demiş ya Güzeller Güzeli(s.a.v).  O günden bu yana  komşumu Fatiha’larla, Yasin’lerle doyuruyorum. Bana gelince…  Çıtırtının ürperticiliğinde, kıyamete kadar aç kalacağımı çok iyi biliyorum.

Hikaye: Tuğba Sina Aydın

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi