Doğum Günü Kutlaması
Hikaye: Ahmet Bozkuş
Doğum günlerinin çok yoğun kutlandığı bir aileden gelmiyorum. Bunun bir ecnebi adeti olduğunu düşünmelerinden mi yoksa hayatın olağan akışı içinde böyle ince işlere vakit ayıramadıklarından mı bilmiyorum, bizim ailenin büyüklerinin böyle bir alışkanlığı yoktu. Belki de sadece alışkanlığa dönüşmesi için uygun sosyal ve ekonomik imkanları hiç olmadığındandır. Hayat onlara bir şeyleri kutlama şansı vermemişti galiba.
Hatırladığım kutlanan ilk doğum günüm aynı anda bayrama da denk gelen bir zamandaydı. Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Yani doğum günlerinin beklendik sürprizlerinden değildi, gerçek bir sürprizdi. Evimizin en kalabalık olduğu gündü belki de. Dedem de hayattaydı henüz. “En son ne zaman öyle mutlu olmuştum?” diye düşünüyorum ama aklıma başka bir gün gelmiyor. Çocuk gibi sevinmiştim. Öğretmendim bu arada, kocaman adam olmuştum anlayacağınız. (Daha uygun bir miktar zarfı var aslında ama yazının inceliğini bozmayalım şimdi.) Yani hiç doğum günü kutlanmamış bir çocukluk geçirmiştim. Sadece bir yaz tatilinde teyzemleri ziyarete gittiğimizde, başka bir şehirde apartmanda yaşıyorlardı, teyzemin kızlarından birinin doğum gününe denk gelmiştik ve orada ilk defa doğum günü pastası görmüştüm. Hatırladığım kadarıyla annemi ve teyzemi acayip zor durumda bırakmıştık abim ve ben. Sonuçta ilk defa doğum günü pastası gören masum köylü çocuklarıydık. Doğum günü pastasının etrafında zılgıtlar eşliğinde Amerikan yerlileri gibi tur atmıştık. Elimizden zor kurtardılar zavallı pastayı. O yüzden benim hafızamda doğum günü kutlaması ve apartman hayatı yakın anlamlı şeylerdir.
Bir de öğretmenlik yaptığım birkaç yıl içinde öğrencilerimin doğum günümü kutlamalarını unutamam. Verdikleri hediyeleri saklayamadım ne yazık ki ama birçoğunu çok net hatırlıyorum. O çocuklar şimdi 26-27 yaşlarında olmalılar. Umarım iyi ve mutlu bir hayatları vardır.
Bugün yine doğum günüm. İflah olmaz bir akrep burcuyum. Kendimle barışık olamadım hiç, bitmek bilmez bir kavgam var bizzat kendimle.
Artık doğum günümü kutlamıyorum. Yakınımdaki insanlar hatırlamasalar bile umursamıyorum. O günün geçip gitmesini bekliyorum. Saate ve takvime bakmazsam daha hızlı geçiyor.
Sadece çocuklarımın doğum günlerini kutlamaya çalışıyorum çünkü onlar benim hikayemin kırılma noktalarında hak etmedikleri yaralar aldılar. Hiçbir suçu olmayan bir babanın, hiçbir suçu olamayacak çocukları olarak oradan oraya sürüklendiler. Onlara bakınca garip bir pişmanlık duyuyorum bazen. Dünyadan haberleri bile yoktu, ben bir gece yarısı ülkeden ayrılırken. Aylar sonra onları gördüğümde nasıl sevindiklerini görünce, hayatta tutunmam gereken en sağlam umudun onlar olduğunu bir daha anladım.
Üç yıl önce bir sonbahar günü sıcak, nemli ve yabancı bir ülkeden soğuk, uzak ve yabancı bir ülkeye çok da emin olmadığımız bir yoldan seyahate çıktığımızda yine yanımdaydı onlar. Korktuklarımız başımıza gelmedi. Sabahın çok erken bir saatinde, kırk yerinden tereddütlü adımlarla girdiğimiz kapıda insanlık ve normallik gördük. Yine de içimde bir şeyler kopuyordu işte. Uzun süren kâğıt işlemleri, fotoğraf, parmak izi, kontroller, sorular… Yine çocuklara bakıyor ve kendimle kavga ediyordum. Ayaklarının yere değmediği sandalyelerde uyukluyorlardı. Onları böyle görmek beni tamamen koparıyordu hayatın o anından. Yorgun, uykusuz ve vazgeçmiş bir haldeydim doğrusu. İşlemlerimizi yapan memurun, pasaportumdaki bilgileri bilgisayara yazarken birden durup bana “Happy Birthday!” demesiyle ara verdim kendi içimdeki hırgüre. Otomatik bir “Thank you…” döküldü dudaklarımdan, sonra anladım o günün doğum günüm olduğunu.
Hayatımın en hazin ve son kutlamasıydı o. Aynı gün akşam, bizim dışarı çıkamadığımız, içeri izinsiz kimsenin giremediği, yüksek güvenlikli bir mülteci kampının iki ranzalı, dört yataklı odasında üst ranzadayken kamerasız cep telefonumla abimi aradım. “İyiyiz, güvendeyiz.” demeliydim onlara. Birkaç cümle konuştuktan sonra “Gardaş” dedi abim, “Sana da söylemem lazım: Dedem öldü.”
Abimin sesinin gerisinde sessiz bir kalabalık vardı, o ağır hüznü hissediyordum. Konuşamadım. Babamın sesi geldi telefondan. “Üzülme oğlum. Fani dünya… Siz kendinize iyi bakın. Bizi merak etmeyin.”
Babası öldüğü gün, beni teselli ediyordu babam.
Şimdi benim için doğum günü, geride kalmış bir ülke, dokunulamayacak kadar uzaklaşan hatıralar, bir daha görülemeyecek bir dede, babasının montunu babası eve dönmek zorunda kalsın diye rehin alan çocuklar demek. Doğum günüme iğnelerle tutturulmuş kederlerden, sessizce geçip gitmesini bekliyorum o günün.
Siz yine de bana bakmayın. Etrafınızdaki iyi insanların yaşına başına bakmadan kutlayın doğum günlerini. Çok azaldı kalbinin rüzgarına hayatının yelkenlerini emanet eden insanlar.
Onlar iyi ki doğmuşlar, iyi ki varlar… Onlara umut diliyorum.
Hikaye: Ahmet Bozkuş