Yabancı – Sır
hikaye- Feyza Yılmaz
Sırlar zamanla saplantıya dönüşür. Uykuyu esir alır. İnce parmaklı elleri dikenli tellerden örülmüş sade bir kelepçeyle bağlar hissettirmeden. Hareket ettiğinde batan ince iğneleriyle önce tene, sonra ruha işler korku. Kalbi boğarcasına sıktığı yetmezmiş gibi dolunay göğe yükselince düşlere de hücum eder. Sembollerle bezeli olduğundan rüyayı gören bile anlamaz manayı çoğu zaman. Yüksek sesle minbere çıkıp avazı çıktığı kadar bağırsa da tek kelam yankı duyulmaz. Duyulan tek şey uğursuzca tıslayan iniltisiyle ilahi bir sessizliktir. Sessizliğin mum gibi erittiği ümitsizliğin sesi. Ümitsizliğin içini vantuz gibi emdiği siyahi bir boşluk…
Kaçmak sırdır mesela. Köpekten kaçar, hırsızdan kaçar, adamdan kaçar, devletten kaçar insan. Soluk soluğa kan ter içinde uyanıp hiçbir şey yok gibi devam etmek bir sırdır. Kendinden kaçmak sırdır. Aynı kurguyu milyon senaryolu film gibi çevire çevire düşünde görüp uyandığında yorgunluk-muş gibi yapmak sırdır.
Bazı şeyler ezelden beri sır olduğu için değil, sadece konuşulmadığı için sır kalır. Ve üstü örtülen sırlar bir gün mutlaka doğar. Öldürmek pahasına perdeyi vahşice yırtarak doğar. Zorla sükût ettirildiklerinden, yerleri ağlatan zamansız bir isyanla dile gelir ve tekmeleyerek uyandırır sahibini günün birinde. Ne var ki, hangi şekilde olursa olsun uyanmak iyidir. Çünkü uyanmak, dirilmektir.
***
Göz kapaklarını, bir yere takılıp da yerinden kıpırdamayan ağır bir perde gibi güçlükle kımıldattı İnci. Kirpiklerin izin verdiği saçaklı boşluklardan gün ışığı floresan lambaların delici aydınlığı sızdı gözlerinde. Gözbebekleri hazırlıksız yakalandığı bu hücum karşısında düştüğü hayretten büyüdükçe büyüdü yuvasında. Tereddütle bekledi yerinde olacakları.
Ellerini yüzüne götürmeye çalıştığında kolundaki damar yolunu fark etti İnci. Üstünde sevimsiz deseniyle orta kalınlıkta bir yorgan, bileğinde isminin yazılı olduğu yavruağzı rengi bir plastik bir bileklik, belini hafifçe doğrultarak yatmasını sağlayan elektronik bir yatak… Neredeydi? Gördükleri ve hissettikleri ona alışkın olduğu bir yeri, hastaneyi anımsatıyordu aslında. Sabit bir ivmeyle açılıp kapanan gözlerinin arasından karşısında uyanmasını bekleyen bir adamla kadın olduğunu kavradı. Biri doktor, diğeri hemşire olmalıydı önlüklerine bakılırsa. Evet hastanedeydi. Fakat eğer hastanedeyse, yani tüm bunlar gerçekse, şarjı hızlı tükendiği için sadece prize bağlı olarak çalışan bilgisayarı, heyecan dolu bir Anadolu hikayesi olarak kaleme aldığı Batmanlı Ayperi ve Beyza Kadın neredeydi? Ya hikâyenin üstüne demlediği mis kokulu yasemin çayı? Dudakları kurumuştu susuzluktan şimdi. Olsa da içseydi turuncu kupadan yudum yudum… Daha iyi düşünüp anlardı belki neler olup bittiğini.
“Günaydın İnci Hanım.” dedi doktor hanım şefkatli bir sesle. Şefkat, o an İnci’nin en çok ihtiyacı olan şeydi.
“Hiç uyanmayacakmış gibi uyuyorsunuz günlerdir. Tahliller ve ölçümlerde her şey yolundaydı. Buna rağmen o günkü baygınlıktan beri kendinize gelmediniz. Aramıza dönmenize sevindim.” diye konuşmaya devam etti doktor.
Neler olduğu kavramakta güçlük çekiyordu İnci. Hangi günden bahsediyordu acaba bu naif doktor? Bir zamanlar hastaneye gelip gittiğini anımsar gibi oldu. Çok eskiden, yabancılaşacak kadar uzak bir zamandan avucuna düşen vebalı bir hatıra gibi. Kalu beladan kalma derin bir zamanmışçasına, bir diz boyu kadar yakın, toz bulutu kadar uzak. Hatırlandığında edepsizce alay edilen dejavu dedikleri şey olabilir miydi bu? Yoksa yere göğe sığdıramayıp pek güvendiği aklı onu dize mi getiriyordu oyunlarıyla?
Dudaklarını aralayıp konuşmaya çalıştı.
“Bbbbee…” Taşlı bir yolda egzozun tekrarladığı o sabit ritimle konuşmayı deniyordu. “..nnn.”
Bir daha denedi. “Ben…” dedi nihayet nefesinin yettiğince. “…hatırlamıyorum.”
Doktor şefkatli ve sevecen yüz ifadesini koruyarak sakince bekledi İnci’nin cümleyi tamamlamasını. Daha fazla konuşmayacağına kanaat getirince bir adım daha yaklaştı yatağa. Yıkanmaktan griye çalan beyaz önlüğü yatağın çarşafına değiyordu şimdi. Bedenleri, artan adrenalinin vücutta yarattığı stresi hissedebilecek kadar yakındı artık.
“Hatırlamıyorsunuz demek.” diye söze başladı doktor. Söyleyecekleri, İnci için bir şeyleri değiştirecek olmalıydı.
“Geçen hafta buraya kemoterapinizin son dozunu almak için geldiniz. Ancak tedavinizin bitmesine yakın oturduğunuz yerde uykuya daldığınızı görmüş arkadaşlar. Uyanırsınız diye dokunmamışlar. Ne var ki uyanmadınız. Ta ki şimdiye kadar.”
İnci’nin beyninde şimşek çakarcasına bir aydınlanma gerçekleşti o an. Doktor konuşmaya devam ediyordu, ama duymuyordu İnci onu. Evet hastaydı o. Başarılı bir ameliyat geçirmişti altı ay önce. Tümör fazla büyük değildi. Hastalık ileri seviyede değildi. Ölümcül değildi. Umut vardı. Yine de İnci, içinde büyüyen kara bir delik gibi hissediyordu onu ilk zamanlar. Kazanmaya kararlı olduğu bir savaşa hazırlıyordu bünyesini. Lakin gelmekte olan güzel haberi bekledikçe artan gerginlik huzursuzluk yapmaya başlamıştı. Aylar geçtikçe iyileşmek yerine enerjisi tükenmeye başlamıştı. Doktorlar durumunda endişe edilecek bir şey olmadığını söyleseler de içindeki karmaşık duygulara engel olamıyordu bir türlü. Tümörü temizleyen doktor, birkaç doz kemoterapi önermişti ameliyatın ardından. Birkaç aydır hastaneye sıkça gelip gitmesinin sebebi bundandı. Kemo döneminde ne saçları ne kaşları dökülmüştü İnci’nin. Dışarıdan, onu diğerlerinden ayıracak hiçbir alamet yoktu üzerinde.
“Beni anlıyorsunuz değil mi İnci Hanım?” diye soran doktor hanımın sesiyle yeninden kendine geldi İnci. Bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayan doktor, İnci’nin bedeninin sağında ve solunda sabit duran güçsüz ellerini, kendi ellerindeki şefkatle yavaşça kavradı.
“Bitti.” dedi gülümseyerek. “Tedaviniz bitti.” Kendinizi iyi hissettiğinizde buradan çıkabilirsiniz. 3 ay, 6 ay ve bir sene sonra kontrolünüz olacak. İlk beş yıl, senede bir defa kontrole gelmeye devam edin. Beş yıldan sonra gelecek kontrolleri yeniden planlarız. Muhtemelen iki üç yılda bir gelerek takipte kalmanız yeterli olacaktır. Siz gönülden tebrik ederim. Çok güçlüydünüz.”
Duydukları, içinde bayram havası estirdi İnci’nin. Ama son söze takılmıştı aklı. Güçlü müydü gerçekten? Tahmin ettiği kadar vakarlı ve metin duramamıştı kendisine göre. Şu geldiği hale bakılırsa, sona geldiğinde de iyice çuvallamıştı anlaşılan. İpleri yere sermiş, dik duracak takat bulamamıştı kendinde.
“Teşekkür ederim Doktor Hanım.” “Her zaman bana çok destek oldunuz. Yine de ben pek güçlü olduğumu sanmıyorum, halime baksanıza…” diye fısıltıyla konuştu İnci.
Doktor Hanım İnci’nin kulağına eğilerek sadece onun duyabileceği bir sesle, “Bazen en büyük güç, elinizden gelen her şeyi yaptıktan sonra teslim olduğunuzda sizin olur. İşte siz bunu başardınız.” dedi. “Bu konuşma bile sizin için çok yorucu olmuş olmalı. Bakın, hava kararmak üzere. Hastanedeki son gecenizin tadını çıkarıp güzel bir uyku çekmeye ne dersiniz?” diyerek odadan çıktı doktor. Asistanı da peşi sıra takip etti onu.
Şimdi yalnızdı İnci. Hastane odasında bitkin bir halde yatıyordu. Gözleri perdenin danteline kilitlenmiş, zihniyle baş başa kalmıştı. Görünüşe bakılırsa bilgisayar yoktu odada. Bilgisayar yoksa, hayat verdiği hikâye de yoktu. Üç çocuklu Ayperi’nin ve Beyza Kadın’ın hikayesi… Her bir ayrıntısına kadar anımsıyordu cümlelerini. Gerçekte yok muydu bu insanlar? Ayperi yoktu. Çocukları yoktu. Afilli amcası yoktu. Nalan yoktu. Dünyada bitimsiz örneklerle dolup taşsa da, hepsi kurmacaydı bunların. Ama şimdi yazdığı, yazdığını sandığı hikâye de yoktu ortalıkta. Hikâye olmayınca, ölür müydü bu insanlar?
Elde avuçta sıfır diye homurdandı İnci. Oysa hikâyeyi yazarken içinde yaşadığı coşku tüm kılcallarını okşuyordu hala. Ya bilgisayarı kapattığında yaşadıkları da yalan mıydı? Turuncu kupadan içtiği yasemin çayı, erkek arkadaşı… Ah, burada yanılmış olabilirdi doğrusu. Zira erkek arkadaşı yoktu uzun zamandır. Olsa fena olmaz diye düşünüp hıh diye içlendi birden. Zamansız gelen bu melankoli, içinde bulunduğu daraşmalık kutunun keskin köşelerini yumuşatmıştı. Biraz olsun iyi hissetti kendi. Tamam, bunların hepsi hayaldi de, ya melek? Gözleriyle görmüştü onun göğe açılan kanatlarını. Şüphe duymayı bırakmasını söyleyen melek şu anda burada olsa ne derdi acaba?
“Entelektüel fikirlerinin doğurduğu şu züppe davranışlarından vazgeç İnci.”
Her kelimenin tadını çıkara çıkara çiğneyip ağzında dolaştırır gibi üstüne basa basa söyledi bunu İnci. Meleğe içten içe kızmış mıydı yoksa söyledikleri için?
O esnada içeri giren erkek hemşireyi fark etmedi. Hemşire, elinde tuttuğu turuncu kupayı İnci’nin yanındaki mobil komodine bıraktı yavaşça.
“Size yasemin çayı yaptım İnci Hanım. Birazdan vardiya değişimi yapacağız da, arkadaşlar gelene kadar bir ihtiyacınız var mı diye sormak istedim.” diye söyledi eğilerek.
“Yasemin çayı mı?” Sorudaki şaşkınlıktan yerler isyan edecek oldu bir an. Bu kadarı da fazlaydı doğrusu. Turuncu kupada, sımsıcak yasemin çayı. İnci’nin düşündeki evindekinin aynısı. Farklı mekânda, üstelik hastane odasında, hikayelerin yazıldığı o perili evden daha huzurlu ve dingin alelade bir yatakta…
Doğruyla yanlışın deveye hendek atlatmaktan zor olduğu bir zamanda her seferinde daha zor sorular geliyordu İnci’ye. İnsanı hasta eden de iyileştiren de sırlara bürünen soyut sorulardı. Cevapsızlıktı. O soruları geçiştirircesine verilen her dogmatik cevap, önce sevimli ve uysal bir kuzunun pamuk tüylerini okşar gibi ruhunu gaza getiriyor, ama içinde büyüyen dipsiz bir karar deliğe dönüşüyordu gün be gün. Ve bu dönüşüm sadece içini değil, dışını da insanlık dışı ecnebi bir yaratığa dönüştürüyordu.
Yataktan güçlükle doğrulup, “Ama” diyecek oldu İnci. Erkek hemşire yaşının verdiği atiklikle durmasını işaret etti hemen.
“Cevabını kabul etmeye hazır olmadığınız soruları sormayın. Lütfen sadece dinlenin.”
“Ama tüm bu olanlar… Anlamıyorsunuz. Uykudayken gördüklerim, hikayeler, çay…” diye mırıldanmaya başladı isyan edercesine. “Ne biliyorsunuz siz?”
“Pek bir şey bilmiyorum doğrusu.” diye söze başladı hemşire. “Neden bahsettiğinizi de tam anlamış değilim. Ama bildiğim şey bana yetiyor. Yazgıya ve zamana inanın. Hayat, ölüm ve doğum arasında gidip gelen bir akıl oyunu gibi. Hiçbir şey kesin olarak ölmüyor ve doğmuyor. Doğmasını istediğiniz hayattan korkmayın yeter. Bunun için eskiyi öldürmeniz şartsa, lütfen hiç düşünmeden yapın onu. Bu hastaneden yüzlerce cenaze, binlerce zafer çıktı. Hangisinin öldüğünü hangisinin yaşadığını kim bilebilir?”
Ses tonundaki melodik iniş çıkışlar şiir gibi dokunuyordu İnci’nin yüreğine. Bir şeyler çözülmeye başlıyor gibiydi.
“Nefes dediğiniz tükense bile zihin tükenir mi? Ah, çok yorduk sizi. Uyuyun artık hadi. Uyku yaradılışın en doğal köprüsüdür. En katı, en zorba insanlar bile masum olurlar uykuda. Ne zaman fikirlerin ağır geldiğini hissetsem hemen uyurum ben. Çünkü masumiyet, uyudukça artar. Uykuda yeniden doğar herkes.”
“…”
Daha fazla konuştuysa da hemşirenin sözleri uğultuya dönüşmüştü İnci için. Kendini güvenli bir suya bırakırcasına kapandı gözleri.
Ertesi gün gelirken beraberinde getirdiği tek eşyası olan hâkî renkli deri sırt çantasıyla hastaneden çıkarken kelimelerle kavga etmek yerine dost olmaya söz verdi kendine. Ona iyi gelmeyen duygularla savaşmayacaktı artık. Onlarla dertleşip misafir gibi vedalaşacaktı. Hastalık bitmişti bitmesine. Tümör ve kalıntıları temizlenmişti. Hep bugünü beklediğini sanıyordu. Oysa asıl beklediği yeniden doğmaktı. Hayalini kurduğu yolculuk yeni başlıyordu. Varacağı kallavi hedefler, haykırmak istediği kadim sırlar yoktu artık. Zira sır olan bilgi değildi. Sır olan, yolda olmaktı.
Elmacık kemiklerini üşüten tatlı bir sonbahar rüzgârı dolaşıyordu havada. Bilinmedik topraklarda hayretle dolaşan bir yabancı gibi özgürlüğü dolu dizgin hissetmeye başladı İnci. İlk defa… İnsan olmaya başladığını hissederek bir hastanenin dış kapısından dışarıya doğru sürüklenircesine ilerledi. Bir fanustan çıkar gibi…
hikaye- Feyza Yılmaz