Hey 16’lı!
Hikaye: Sevde Budakçı
Fotoğraf: Kübra Arslaner
“Bir gün hepimiz J. Sebastian gibi geldiğimiz noktaya döneceğiz.”
Bu sabah tersimden uyandım. Karar verdim; iki şiş, bir yün ile örgü örmeye başlayacağım. Ulan inadına değil mi! Bir ters bir düz değil, hep tersine gideceğim işte… Hem nerede olsam tanırım ben bu hırçınlığı! Nerede olsa tanırım: Naz/ımın iç acısının toplamını. Ama; tanımak ve bilmek. Çok da bir halt değil söyleyeyim. Yıllardır tanıdığın bir yabancı oluverir aniden. Veyahut çok bildiklerinde yanılıverirsin çoğu zaman.
Aslında örgü dedim de aklıma ne geldi biliyor musunuz? Nejat Alp’in şarkı girişi gibi oldu ama durun söyleyeceğim: ‘’Hayat diyorum örgü gibi değil midir aslında. Bir ilmekle başlar; ördükçe büyür, uzar ve gider. Bazı yerlerde ilmek kaçar. Sen tutmaya çalışırsın, bazen de sökersin; tekrar örersin, daha güzel örnekler belirir kafanda. İlerledikçe güzellikler çıkar ortaya. Sonra kesersin, ‘’Hayatta her şey bitti!” dersin. Aslında dikmeye sıra gelmiştir o an. Bir dikersin; bütün sökülmeler, tekrar ilmek tutmalar, güzel neticeler içindir aslında.’’
Heh işte ben kesip, her şey bitti dediğim kısmında kalıyorum hep. Kalakalıyorum yani. İnatçıyım, tersim, üstelik fazla sabırsızım. Ne yapayım anam böyle doğurmuş beni.
Hem bir dakika ya ben hep terse gidecektim bugün. Misal, Konak’tan metroya binip, hep diğer yöne. Tek yön sokaktan çıkıp, aksine. Hatta anahtarımı bile açılmayacak kapıların yönüne zorlayacağım.
Sonra saatimi inat yönüne çevireceğim. Evin bütün perdelerini sonuna kadar açacağım. İnat edeceğim güneşi görmek için. Görmekle kalmayıp, kemiklerime değene dek duracağım dimdik önünde. Korkularımın üzerine gidip, bir kediyi kucaklayacağım örneğin. Hatta durun, daha da abartacağım; 21.yy Mantıku’t Tayr’ını yazacağım sürgün kuşların dilinden…
Oh be! Bazen tersine gitmek çok da kötü bir şey değilmiş baksanıza. Sanki bir format attım bedenime. Hem tersim, hem inatçı. Fazla terslik kafa mı yaptı bende nedir? Yoksa dün akşam 16’lı ile içtiğim kahvenin ağırlığı mı kaldı üzerimde.
Kesin, onun masumiyetinin ağırlığı…
Evet doğru, dün akşam 16’lı genç bir kız ile uzun uzun sohbet gerçekleştirdik. Bütün bu hırçınlığın, tersliğin ve uçsuz bucaksız cesaretin sebebi oydu aslında. Ondaki cesaret bana bir cesaret verdi ki sormayın gitsin. Kıskandım sanırım onu. Bir kere hayat doluydu. Gözlerinin içi yemyeşil bakıyordu hayata.
Eee anlat dedim, nasıl buldun yıllar sonra beni. Koca on dört yıl görüşmedik ya, merak ediyorum ne diyeceğini. Önce, ‘’Söyle bakalım. Sözünü tuttun mu?” dedi.
Ne sözü desem ayıp olacak şimdi. Hatırlamıyorum iyi mi! Şey… ımmm ne sözü. Evet tuttum desem yalan olacak. Öyle yakından tanıyor ki beni, yalan söylesem; erik yemiş gibi karnım ağrır ve sırıtırım boş boş. Yok yok, kesin anlar yani.
– Eee 30’luk sen hâlâ acı acı gülüyorsun ama…
-Sen de hiç susmuyorsun 16’lı, farfaraya devam.
-Boşver beni 30’lu sen nasılsın ne değişti?
Her şey… Sırtımda binlerce adaletsiz fırça darbesi. He, bir de 30 değil, 60’lı de sen bana guzum. Kaporta baya çöktü çünkü.
-Haydaa! Tanpınar amcanın kapısını çalacağız belli oldu. Evet saatleri ayarlama enstitüsü, çevir bakalım saatini, otuzlunun umut yönüne doğru…
Tövbe yarabbi. Hep büyükler yaşadıklarından ders vere dursun, ben daha yaşayamamış 16’lı dan ders alacağım bugün gördünüz mü. Çokbilmiş insancıklar duymasın!
Ah, ah… Hâlâ birçok kavram zihninde kirlenmemişti, 16’lın. Ne anlatayım ki şimdi ben ona. Misal; kelepçeyi hâlâ pasta kalıbı sanıyor. Mahkemeleri ise sadece dizi sahnelerinden gördüğü kadarıyla soğuk biliyordu. Ama güzel bir yanı yok değildi. Kumbarasında biriktirdiği 1,2993 TL kurundan dolarları vardı. Saklamasını söylesem mi? Ya da; “ On dört yıl sonrasına gelme tünelin ucu sansürlü yerlere çıktı.” desem. Ya kafam öyle allak bullak ki! Ama sussam daha iyi. Dedim ya kelimeleri hiç kirlenmemişti. “Bazı anlamlara gelmiyordu” Oğuz Atay’ın da dediği gibi.
Off ama sen öyle iyisin ki, Rönesans gibisin be 16’lık. İnsan kendini yanında üçkâğıtçı gibi hissediyor.
Bekliyor anlatmamı ama konuşamıyorum. Ne diyebilirim ki… Bruno Catalano’nun; “Eksik Heykelleri” gibi devam ediyordum hayatıma. Birçok şehir değiştirmiş, her birinde parçamı bırakmıştım. Evet eksiktim. Tam manasıyla eksik hem de. Fakat, dikbaşlı ve gururluydum ayrıca. En azından bu tatmin ediyordu beni. Eksikliğim haysiyetsizlikten de kaynaklanabilirdi çünkü birçokları gibi…
Ama 16’lı yaşım bana unuttuğum bir şeyi hatırlattı.
-Unuttuğun, sözünü hatırlatayım da tekrardan tut! dedi.
…
”Yaşa, gül ve geç…’’
Evet ne çok söylerdim oysa bu sözü, okul koridorlarında. ‘’Yaşarım, gülerim, geçerim… ’’ Hey yavrum hey!
Ne olursa olsun gülümseyebilmek mi?
Hiç küçümsenecek bir şey değil.
Gülmeyi unuttuğumuz şu günlerde… Sağ olasın be 16’lık. İyi ki geldin.
Ah 30 yaşım. Kendine iyi bak olur mu… Sen Zeus ve Themis’in kızı değilsin. Yeryüzünde arttırdıkları haksızlık ve ahlaksızlıklar yüzünden gökyüzüne çıkıp, insanları terk edip, Virgo yıldızı olmayı seçmezsin. İnadına yaşamayı, inadına hür olmayı, inadına direnmeyi onların düşüncelerine yeğlersin! Biliyorum.
Daha da uzatmadan ayrıldım yanından. Yoksa dökülüverirdim birden. Hiç kırılsın istemem. Ekinezyanın gökyüzünden gibi sakin, asi ve duru kalmalıydı o rüyalarımda.
Son olarak merak ettiğim şey; ya bir akşam ansızın otuz yaşım 46’lık ile kahve içmeye çıkarsa. Zaman bu ya, sinsi şey. Göz açıp kapa hop yıllar sonrası gelir. Kim bilir neler değişmiş olur hayatımda. Belki bu sefer örgüyü kestiğim yerden tekrar tutunurum yaşama. Bekleyip görelim. Hem ihtimal ki umduğundan daha iyi oluverir her şey.
‘’Ve bizim de mahallemizden görünür o masmavi deniz… ‘’
Haydi bakalım. Yolcudur Abbas! 30’luk kaçar!
Eee sevgili okur? Bu yazıdan sonra on beş yıl öncenizle kahve içmeye ne dersiniz. Belki aradığınız iyiliğe, umuda ulaşırsınız onunla birkaç saatliğine de olsa…
Hikaye: Sevde Budakçı