Aile Yadigarı

Aile Yadigarı

Hikaye- Hatice Can

Çocukken  yaz tatillerimizin vazgeçilmezi dedemin köyüne yıllar sonra bu kez  beş yaşındaki oğlumun elinden tutarak, dede yadigarı evimizde emekliliğin keyfini süren anne babamı ziyaret etmek için gelmiştim. Klasik ‘hoş geldiniz’ töreni bizim içinde yapılmış, avlu en büyük eğlencesi köye gelenleri görmek olan yaşlı amca, teyzelerle dolup taşmıştı. Ortalık sakinleşince avludaki balkondan oğluma bahçedeki ağaçları tanıtmaya başladım. Onun yaşlarında benim en keyif aldığım aktivitelerden biriydi yapraklarından ağaçları tanımak. Gün batımının eşsiz manzarası eşliğinde baba oğul köyün tadını çıkarıyorduk. Yanımıza gelen babamı, dedemden aldığı mirasla aile yadigarı konuşmasını yapmaya başladığında farkettik; “Kuzum, Hasan’ım sakın ha hava karardıktan sonra bahçeye inmeyesin. Sonra külahları değişiriz.” Gariban yavrum ‘külah değiştirmekte ne ola ki?’ diye düşünürken ben çok eskilere, tam da böyle kızıl bir karanlık çökerken bu köyde yaşadığım maceralara, hatıralara dalıp gittim.

Benim çocukluğumda akşam bu saatler oldu mu köydeki çocuklar için bir koşuşturma, telaş başlardı. Her daim burada yaşayanlar, tatil için gelmiş benim gibi şehirlileri de çağırır, hep beraber köy çeşmesinin başında toplanırdık. Üst sekideki tarladan çeşmeye doğru sarkan söğüt ağacının dalları arasında fısır fısır planlar yapılır, takımlar kurulurdu. Ben buraya kadar onlara katılır, onlar tarlalara doğru ilerlerken  kös kös dedemin evinin yolunu tutardım. Köyün geleneksel ‘bostan basma’ oyununa biz de dededen kalma bir gelenekle asla katılamazdık. Herkes bilirdi ‘Pehlivan Aligillerin tayfa’ akşam oldu mu tarlalara inmez.

Pehlivan dedemin lakabıydı. Köyde yaşayan herkes Dede Korkut zamanındaki gibi illa becerisiyle alamasa da mizacıyla, görünüşüyle bir lakap muhakkak alır, sonrasında da yedi ceddi o lakaptan kurtulamazdı. Muhacir Hüseyin, Tiryaki İzzet, Yanardöner Polat, Zurnacı Bayram, Tütün İbo benim hatırlayabildiklerim. Böyle bakınca dedemin torunu olduğuma hep şükretmişimdir. Dedem rahmetli, boylu poslu, sözünü bilen, la dedi mi lo demeyen, sofrasına gelene izzet ikramda kusur etmeyen ama öyle kolay kolay kimsesin sofrasına oturup da minnet altına girmeyen bir adamdı. Eğer ‘ağalık sistemi’ bizim köyde olsaydı şüphesiz ağa dedem olurdu. Tek kusuru vardı, asla ailesinden kimsenin hava karardı mı tarlalara inmesine izin vermezdi. Komşuya git, sokakta oyna, çeşme başında endamını göster, camide sabahlara kadar ibadet et  elbet bir şey demez ama zinhar bahçeye, bostana inilmesin. O zaman kızıl kıyamet kopardı.

Çocuklar akşam kimlerin bostanından neler bulduklarını, kimin en kırmızı domatesi kopardığını, en olgunlaşmış ayçiçeğinin hangi tarlada olduğunu, yedikleri ilk mahsül karpuzun, hele hele kavunun tadını ertesi gün uzun uzun anlatırlardı. Oyunun kurallarına göre en güzel, olgun mahsülü bulan takım kazanır, kazananlar bütün gün caka satmaya devam ederdi. Yine böyle şampiyon olmuş çocukların  gün boyu böbürlendikleri  bir gün karar verdim, kimseye çaktırmadan akşam ben de katılacaktım onlara. O gün  aynı saatte çeşme başında toplandık, takımlar kuruldu. Köyün bütün çocukları  “Gerçekten gelecek misin?” diye tek tek üşenmeden gelip  sordu. Hepsi dedemin namından haberdardı. Sonunda ikna olunca bana oyunu anlattılar. ‘Bostan basma’ adı üstünde, akşam karanlık çökünce kimseler görmeden bostanlara inip  kimsenin yemeye kıyamadığı, toruna torbaya saklanan o ilk mahsüllerden aşırma oyunuydu. Köyde sözde kimse bu durumdan hoşnut değildi, lakin sessiz bir anlaşma yapılmış gibi çocuklara da bir şey denmezdi. Hoş köyün çocukları da bu işi raconuna göre oynar asla sebze çiçeklerine basmaz, olmamış bir şeyi kopartmaz, toprak yaşsa tarlaya girmez ve en önemlisi asla bir bostandan yiyebileceklerinden fazlasını almazlardı. Ben de bütün kuralları kavramış, heyecanla derenin kenarından çocukların peşine takılmış  ilerliyordum ki bir el kulağıma yapıştı. Dedemin cüssesine münasip ağır elleri. Öyle bir tuttu ki kulağım  adeta ateş topuna dönmüş, alev alev yanıyordu fakat  ne dediysem dedemi bırakmaya ikna edemedim.  Beni tuttuğu gibi eve götürüp daha avlunun girişinde babama teslim etti. “Bu çocuğa sıkı bir terbiye vermen lazım” diye de tembihledi. Zavallı kulağım  el değiştirmiş, daha bir önceki şoku atlatamamışken  babamın parmakları arasında sıkışıp kalmıştı. Bu kulak çekme faslı bitince kendimi büyük odanın sedirine atıp tepine tepine ağlamaya başladım. Ortalığı ayağa kaldırmama rağmen kimse oralıklı olmuyordu, bunu hakettiğime dair genel bir kanaat hakimdi evde.  Nihayet babaannem daha fazla dayanamayıp yanıma geldi. “Neden babaanne, neden bende diğer çocuklar gibi oynayamıyorum. Neden bana izin vermiyorsunuz? Bebek miyim ben? On yaşında oldum artık” diyebiliyordum anca hıçkırıklarım arasında. Babaannemin benim için gerçekten üzüldüğünü görebiliyordum ama bana ne dese ikna olmaya niyetim yoktu. Bağırmaktan sesim çatallaşmaya, gözlerim ağlamaktan ağrımaya başlamıştı. En son, bir umut “Eğer ağlamayı bırakırsan sana çok önemli bir sır vereceğim. Ama önce söz vermelisin, bu her zaman ikimizin sırrı olarak kalacak.” Pek de bir şey anlamadım o anda “Ver” dedim sadece,  biraz hırçın bir ses tonuyla. “Söz vermelisin önce,”dedi babaannem, oldukça ciddiydi. O an  gerçekten bana önemli bir sır vereceğini anlamıştım. Ne de olsa ilk torun, ilk göz ağrısıydım. Bana vermeyip kime verecekti. “Söz” dedim, biraz olsun ağlamayı bırakmıştım.

  “Bak evladım! Yıllar önce biz de çok oynardık o oyunları. Hem de dedenle.”

Ben o an  şaşkınlıkla öyle bir “yaaaa” demiştim ki babaannem hayattayken her hatırladığında gülerdi o halime. “Deden gelmiş geçmiş en başarılı oyuncuydu. Kimin bostanında ne var en iyi o bilirdi. Ben her zaman onunla aynı takımda olmak isterdim, genelde olurdum da. Bir akşam yine ezan okunmadan az evvel buluştuk tabii o zaman elektrik yok, evler de gaz lambası, biz de  daha güneşin kızıllığı tam kaybolmadan bahçelere gidiyoruz. Bizim takım iyi bir iş çıkarmıştı, Tiryaki İzzet’lerin tarladan harika bir kavun bulmuşuz ki kokusu daha elimizdeyken tadını ele veriyor. Hüseyin amcan elinde kavun “Hadi çıkalım, karanlık  çökmeden dönelim,”  dedi “Ali nerede? Gördünüz mü?” diye sordum çocuklara,  “Çıkmıştır o,” dediler ama ben dedeni görmemiştim. Onlar topladıkları ürünleri birbirlerine gösterip sonrasında da afiyetle yemek için Hacıgillerin harmana doğru giderken  benim içim rahat etmedi. “Ali, Ali” diye seslendim bir iki kez. Ses veren olmayınca  tarlanın alt başına doğru su yolunu takip ederek seslene seslene ilerledim o sırada “ Feride, sen misin?” diyen bir ses duydum. Başımı sesin olduğu yöne çevirdiğimde o karanlıkta zar zor dedeni seçebildim.  Gözlerini korkuyla  yıldızlara doğru dikmiş, hiç kıpırdamadan yerde öylece hareketsiz yatıyordu. Onu öyle görünce çok korktum tabi. ‘Ne oldu sana’ diyebildim panikle. Aradan biraz zaman geçip de tehlikenin geçtiğine ikna olunca bir bir anlattı olanları. Bir ara bizim yanımızdan ayrılıp tarlanın alt başına doğru ilerlemiş, oradaki kavunlara bakmak için. O sırada fasulyelerin arasından bir hışırtı duymuş. Önce bizden birisi sanmış. Hışırtı gittikçe yaklaşıyormuş, kafasını çevirdiğinde küçük bir ayı yavrusuyla burun buruna  gelmez mi!”

Ben yine bir ‘yaaaaa’ deyiverdim. Babaannem anlatmaya devam ediyordu; “Yaaaa, deden korkuyla  kendini yere atıvermiş. ‘Nefes bile almadım korkudan, o kadar çok korktum ki yüreğim yerinden fırlayacak zannettim’ diyordu anlatırken. Ayı yavrusu dedenin üstüne pençesini atmış, havayı koklamış birkaç defa, sonrada çekip gitmiş ama deden ben gelene kadar yerde öylece kalakalmış. Bunları bana anlattıktan sonra ellerimi tuttu, hâlâ zangır zangır titriyordu ‘Lütfen Feride, kimseye bir şey söyleme. Küçük bir ayı yavrusundan korktuğumu duyarlarsa çocuklar benimle dalga geçerler, sonra adım ‘Korkak Ali’ye çıkar. Ne olur bu aramızda bir sır olsun” dedi. Öyle de oldu. Hep aramızda kaldı. Bizi birbirimize bağlayan bir bağ oldu o sır. O gün bugün şükür hiç ayrılmadık. Şimdi bu sırrı ilk defa sana veriyorum. Anladın mı şimdi deden neden hiç akşamları tarlaya gitmez, sizlere de neden izin vermez?”

Babaannem de benim ellerimi tuttu, “Anladın mı benim güzel paşam,” O an “Anladım,” dedim babaannemi üzmemek için ama uzaktan görenleri bile heybetiyle  ürküten dedemin ömrü boyunca korkusunu yenemeyip o bahçelere güneş battıktan sonra  bir daha inememiş olmasını şimdiki aklımla bile anlayamıyordum. E tabii olan bizim çocukluğumuza olmuştu. Yine de bu sırrı hep sakladım, bir kişiye bile söylemedim. Hafazanallah  bir öğrenen olsa bir anda ‘Pehlivan Ali’nin torunu olmaktan çıkıp ‘Korkak Ali’nin torununa dönüşebilirdim.

Hikaye – Hatice Can

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi