Dilsiz Yalnızlık
Hikaye: Ayşegül Demir
Fotoğraf: Monstera
“Suna, Onur, Müge, Can, Nermin ve Sedef gelecek. Ebru, Lale ve ben, üç de biz, etti dokuz. İsteyen masaya oturur, isteyen koltuğa, yere birkaç minder atabiliriz. Ha unutmadan, banyonun kapısındaki cama kağıdı bantlayayım.”
Yasemin, bir yandan üst kattaki odayı misafirleri için hazırlarken diğer yandan da heyecanını dindirmeye çalışıyordu.
“Az kaldı, birazdan gelirler!” demeye kalmadan zil çaldı. Üç kız kardeş heyecanla kapıya koştular. İkinci katın çocukları sözleşip hep beraber gelmişlerdi.
Yasemin “Hoş geldiniz! Dersi üst katta yapacağız. Hadi yukarı çıkalım! Nerminler de birazdan gelirler herhalde.” dedi neşeyle.
Beraber merdivenleri çıktılar ve ahşap oymalı koltuklara yayıldılar. “Not alacaksanız masalı koltuk daha rahat olur.” diyerek yer gösterdi, ortanca kardeş Ebru.
Suna yerine iyice yerleşirken “Bakın elifba da getirdim, geçen sene camiye gitmiştim. Ama tatile gittik, Kur’an’a geçemedim.” diyerek çantasından çıkardığı yeşil kapaklı kitapçığı gösterdi.
O sırada Ebru elinde bir tepsi soğuk meyve suyuyla çıkageldi. “Annemle size vişne suyu yaptık.” diyerek arkadaşlarına tek tek ikram etti. “Bir de evdeki elifbaları buldum, bunlara da bakarız.”
Müge, Ebru’nun uzattığı tepsiden bardağını iştahla alırken “Sağ olasın canım, çok düşüncelisin. Annem Onur ile bana birer tane elifba almış.” dedi.
“Ne güzel düşünmüş. Hepimizde birer tane olursa daha iyi olur. Dersi daha kolay takip ederiz.”
O sırada kapı tekrar çalındı ve birinci kattaki komşuları Nermin ve küçük kardeşi Can da geldiler. Öğrenciler tamamdı, vişne suları içilip ortam duruldu. Artık derse başlayabilirlerdi.
Öğretmen ciddiyetine bürünen Yasemin, 9-15 yaşlarındaki arkadaşlarının meraklı bakışları arasında banyonun kapısındaki tahtanın önüne geçti.
“İlk dersimize başlayalım isterseniz. Bu arada dersten sonra size bir sürprizimiz var.”
Kağıda hafif eğimli bir çizgi çekerek anlatmaya başladı.
“Önce harflerden başlayacağız. İlk harfimiz elif, bu en kolayı.”
Ve geniş yayvan bir salata tabağı çizerek devam etti.
“Elif’ten sonra be geliyor, bakın bir tas gibi ve altında bir elma var.”
Her harfe bir güzelleme yaparak çocukların zihninde kalmasını istiyordu.
“Te’yi de yazayım, bize buradan gülümsüyor! İki gözü bir ağzı var.”
“Şimdi bu üç noktalı harf de “se”. Türkçe’deki “se”den farklı çünkü peltek. Böyle, dilimizi iki dişimizin arasından hafifçe çıkararak söylüyoruz. Hadi siz de deneyin.
(Gülüşmeler, kahkahalar)
“Güzel! Oluyor, yaptıkça alışacağız”
“Haydi devam edelim, hep beraber tekrar ederek tabi! Harfleri Elif’den başlayarak beraber söyleyelim. Önce ben söyleyeceğim, sonra hep beraber! Elif…”
…
Dersten sonra Yaseminlerin annesi Feride hanım kaselere pay ettiği çikolatalı dondurmaları getirdi. Çocuklar iyice keyiflenip koyu bir muhabbete daldılar.
Komşu çocukları bir hafta boyunca her gün aynı saatte Yaseminlerde buluştular. Ertesi hafta da her gün başka bir evde toplandılar. Böylece çocuklar her seferinde farklı bir komşu teyze tarafından ağırlandılar. Ders sonrasında da tatlılarını yerken en merak ettikleri dini konuları veya hurafeleri konuşmaktan korku ve hayretle karışık bir zevk aldılar.
Sedef : “Deccal gelecek yazıyor, bir kitap var babamda. Hiç duydunuz mu?”
Onur : “O da ne?”
Can : “Şu kitapta kıyamet günü bölümü var, böyle böyle yazıyor!”
Yasemin : “Başka bir şey konuşalım ya, korkuyorum!”
Müge : “Bakın ne anlatacağım size! Bizim eski mahallede bir Seda vardı. Onun doğum gününde cin çağırdık. Masaya harfleri çizip elimizi fincanın üstüne koyduk ve cin geldi!”
Ebru : “Gerçekten mi?”
Müge : “Fincan hareket etti, yazı yazdı.”
Onur : “Kesin biri eliyle oynatmıştır! Ha ha !”
Müge : “Hiç de bile! Oynatmadık! Gitmesini istedik, gitmedi! Annemi aradım. Fincanı yıkayın, gider, dedi. Çok korktuk! Sonra Semra teyze çarşıdan döndü. Fincanı alıp köpükledi…”
Komik, fantastik ve ürkünç skalasında gidip gelen hikayeler böylece uzayıp giderdi.
…
Komşuların çoğu, Yeşim apartmanına ikişer üçer ay arayla taşınmışlardı. Bu apartman, albay amcanın iki katlı evinin arsası üzerine yapılmış dört katlı yeni bir binaydı. Apartman adını amcanın yeğeni Yeşim’den almıştı. Emekli albay Rıfat bey ile eşi Necmiye hanım kendilerini apartmanın ve sokağın düzen ve asayişinden sorumlu hissediyorlardı. Apartman yöneticiliğini Rıfat amca üstlenerek bahçenin çiçeklendirilmesini ve binanın bakımını, temizliğini sıkı bir şekilde takip ediyordu. Necmiye teyze de birlik ve dirliğe bakan halkla ilişkiler uzmanı gibiydi. Yeni taşınanlarla tanışır, evlerine “Hoş geldiniz” oturmasına giderdi. Tatlı sert bir kadın olan Necmiye teyze, aynı zamanda sevecen ve toparlayıcıydı. Onun ön ayak olmasıyla birlikte, “gün”lere de başlanmıştı. Komşu kadınlar aralarında kura çekip her ay bir evde toplanıyorlardı.
Rıfat ve Necmiye çifti, sosyal sorumluluklarından arda kalan zamanda, ön bahçeye bakan balkonlarında otururlardı. Kahve içip muhabbet eder ve sokaktan gelen geçenleri izlerlerdi. Yan apartmanda da gençlik yıllarından beri tanıdıkları eski dostları oturuyordu. İki ailenin kadınları camdan cama muhabbet ederler, balkondan balkona gerdikleri ip ile birbirlerine ikramda bulunurlardı. Her iki komşu da kahvaltıdan akşam yemeğine kadar tüm öğünlerini balkonda yerlerdi.
Necmiye teyzelerin çaprazındaki üst katta Yaseminler oturuyordu. Kaya ailesi apartmanın en kalabalık ailesiydi. Babaanne büyükbaba, anne, baba, üç çocuk ve bir bebek, dubleksli evlerden birine taşınmışlardı. Yasemin ve Ebru’nun yaşları birbirine yakın olduğu için hep beraber oynarlardı. Mahallenin çocuklarıyla da kısa sürede samimi olmuşlar, uzun yaz günlerini sokakta geçirmeye başlamışlardı. Lale onlardan 4-5 yaş küçüktü, hem sevimli hem de girişken bir çocuk olduğundan aralarına kolayca karışmıştı.
Yasemin taşındıkları sene imam hatibe başlamış, Kur’an’ı tecvidli okumayı öğrenmişti. Bir gün arkadaşlarıyla konuşurken isterlerse onlara da Kur’an öğretebileceğini söyledi. Çocuklar aileleriyle, komşular birbirleriyle konuşarak bir hafta sonra derslere başlanmasına karar verdiler. Bu toplaşmalar komşu çocukların çoğu Kur’an’a geçene kadar devam etti. Hatta Yasemin onlara bitirme sınavı bile hazırladı.
“Bu sınavı eksiklerinizi görün diye yapıyorum, kopya çekmeyin, lütfen.”
“Kur’an dersinde de kopya çekilir mi? Yapmayın ama…”
Yasemin sınıfta kopya vermemesi ile ünlü, inatçı ineğin tekiydi. Kağıdı yelpaze gibi katlıyordu ki uygun açıyı bulup da bakmak mümkün olmasın. Kritik sınavlardan birinde, arkasına dönüp kağıdına bakmaya çalışan arkadaşına yumruk göstermişliği de vardı…Kendisi kitaplara gömülürken, konsere maça giden arkadaşlarına en ufak bir “yardım”da bulunmak dahi istemiyordu. Şedit bir kopya karşıtına dönüşmüştü. Şimdi de oyun arkadaşlarına sınavda göz açtırmamak için şakayla karışık çabalıyordu.
…
Koca bir yaz böyle geçmezdi tabii, öğleden sonraları da arkadaki çıkmaz sokakta toplaşırlardı. Voleybol, ortada sıçan, istop, lastik derken gün akşam olurdu. Bazı günler karşıdaki iki katlı evin bahçesine dalıp incir, erik ne varsa ağaçlardan kalanları yerlerdi. Bazı günler de küslükler, kavgalar olurdu ama uzun sürmezdi. Barışıp oyunlarına geri dönerlerdi.
Kaygısız ve endişesiz o parlak günler, hep böyle sürecekmiş gibi, birbiri ardına aktı, geçti. O yaz, sonbahara evrildi ve bir daha da bahara dönmedi.
Ertesi senenin okul tatilinde, annesi Yasemin’e babasından gelen fermanı iletti. Evin ulu reisi şöyle buyurmaktaydı:
“Yasemin’e söyle, koca kız oldu artık, dışarıda oynamasın. Apartmanın girişinde “kızlı erkekli” oturuyorlar. Kızlarımızın onlarla arkadaşlık etmesini istemiyorum.”
Yasemin “Ama NEDEN? Onlar benim arkadaşım!” dedi. Ağladı, itiraz etti. Ama ferman büyük yerdendi! Ve sor-gu-la-na-maz-dı!
Cümleler, kelimeler boğum boğum dizildi. Acı acı öfkesini hıçkırdı, isyanını yutkundu. Ve bu dilsiz yalnızlık Yasemin’i en çocuk yerinden yakalayıp yuttu.
(İsimler dışında yaşanmış bir hikayedir.)
Hikaye: Ayşegül Demir