Miroslav ile Başım Belada!
Hikaye: Sevde Budakçı
Çizim: Nuriye Atagarryyeva
“Bir roman kahramanı aranıyor!” diye bir ilan astım geçenlerde kafamın içine. Vücudum saniyede milyonlarca kez sinyal iletiyor bu konuda. Karşılıksız bir aşk sanırım bizimkisi. Çünkü hâlâ bir dönüt alamıyorum kendilerinden. Ukala mıdır nedir? Adam sinirlerimin üzerine sandalye çekmiş oturuyor. Beynim cayır cayır yanıyor izmaritten. Seni Rus köylüsü seni. Sakın ama, Raskolnikov gibi olma. Dostoyevski severim. Hatta hayranıyım. Ama bu karaktere şu an çok uzağım. Ben ince düşünürüm ve inceliği severim. Ama kötü bir karakterin inceliğini henüz yakalamam için daha çok zamana ihtiyacım var.
Sancılıyım. Bir karakter tasarlanıyor orası ayrı hiç koymuyor bana. Yazının verdiği sancıya hayranım. Ama her uzuvlarıyla içime işlesin, duygusu beni delip geçsin istiyorum. Karizmatik bir şahsiyet olsun. Bu karizmatiklik tipinden değil, duruşundan gelsin. Burnu özenli değil, hafif yamuk; gözleri mavi, yeşil değil, kapkara olsun. Uzun paltosu üstünden eksik olmasın. Yaz kış o palto onunla olsun. Cebinde kimsenin bilmediği sırları saklı olsun. ‘’Alt tarafı palto’’ sözünüzü duyar gibiyim. Öyle demeyin. Gogol Bey’in Paltosu pek meşhurdur. Neticede, “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” Dostoyevski’nin de dediği gibi. Yani muhakkak baş yapıtların yazarlarından bizler de etkilenmişizdir, ve etkilenmeye devam edeceğiz. Taklit olmasın yeter ki. Oradan ayrı bir sokağa çıkan, özgünlüğü yakalarız elbette.
Neyse, roman kahramanıma döneyim…
Her şeyini en ince ayrıntısına kadar tahlil edebilmeliyim. Nasıl gülüyor? Ağlarken yüzünün aldığı ekşi limonsu ifade nasıl? Korkuları, sevinçlerini bilmeliyim. Bilmeliyim ki, hissettiklerimi üzerine jilet gibi giydirebileyim. Kırışık bir kıyafet benim roman kahramanıma hiç yakışmaz. Biraz düzen hastasıyım. Her şey temiz ve düzenli olmalı. Gömlek yok. Sakal-bıyık tıraşı özgür, tamamen serbest. Böylelikle bir devlet memuru edasından sıyrılmış olacağız. Oh ne âlâ!
Şimdiye kadar çok karakter yazdım. Ama Nazif’in etkisinden hiç kurtulamadım. Çünkü onunla dost olabilmeyi başarmıştım. Geçmiş zaman kullanıyorum maalesef artık aramızda değil. Onun Dna’sını çizebilirim. Onun zarifliği bu rus köylüsü adamda olsa ne güzel olur. Özlediğim bir dostun tavırlarını bu adama işlemek bana da iyi gelecektir.
Aylak Adam’ın, “Çarşı her şeye karşı” tavrından da biraz ekledik mi, tamamdır…
Ya da her adamın aşık olacağı türden bir Maria Puder mi olsa? Yok Maria olmaz. Maria varsa şimdi işin içinde hüzün vardır muhakkak. Ama kaçamıyorum. Ne kadar kafamın içi de olsa, kalbim Maria olmasın, bir adam olsun, onun da Mârâ isimli aşkı olsun diyor…
Çatışmaya düşüyorum yine.
Lapsus’ta bir şiir yayınlanmıştı: “Bazen beynimizden sol tarafa kırıklar düşüyor” diye. Aman tanrım ne uçurum bir cümle. Ne baba, ne büyük cümle. Umarım yepyeni 2022 model karakterim beni bu cümleye doğru çekmez. Çekerse hiç iyi olmaz.
Al işte!!!!
Dedim ya uçurum cümlelere sürüklemez umarım diye. Çok geç kaldık, geldi bile. Serebrum bölgesinde bir canlılık, bir düğün alayı. Sanki bir, ‘Pullu Dilaver’ anı. Bir bağırma, konuşma istediği. Sakinlik diliyorum, beyinciğim. Aman sakinlik..
Vay geldi. Hoş geldin, Bay Rus köylüsü, Miroslav…
İnsan bir merhaba der. Oturdu bana içini bir bir döküyor. Bakalım buradan ne yakalayacağım söylediklerinden resmini çizmeye başlamalıyım;
”Ama Allah bilir ne saklayayım, yanında ihtiyarlamak istiyorum.” der Turgut Uyar. Yanında ihtiyarlamak. Çizgilere şahit olmak. Dışarıdan bir göz değil, yan gözün olmak yani. Ne güzel laflar bunlar. Vallaha ben de ne yalan söyleyeyim, çıktığın yolların, ansızın dönüşlerinde var olmalıydım diyorum bazen kendi kendime. Acı bir sessizlik burası. Bir sese ihtiyacım var. Ses tonundaki o naifliğe, sesinde oluşan gülümsemeye özellikle. Sesinle sarılmaya, dinlenmeye bazen… Biliyorsun, sen hep benim içimden geldin. İçimin gizli derinliklerinden çıkageldin. Oysa iki yabancıydık. Aynı yerde yan yana ol(a)mamış, düşüncelerde canı hep sağ olmuş, iki insan. Yine de canın sağ olsun…
Ah Mârâ sen misin? Yoksa bu Miroslav’ın sözleri mi? Ben diyorum 2022 model ol. Senin yaptığına bak. Yine geldik sol tarafımıza düşen kırıklıklara… Hem Rus köylüsü diyorum. Turgut Uyar’ı bile biliyor. Vay canına… Belki de rus köyünde, bir Türk…
Bir dakika devam ediyor..
Sessizce bakıyorum hayal pencerenden. Senin penceren. Hani yıllar diyorum, on yıl açmış karşılıklı arayı. Şimdiki zamana yıllar bulanmış çoktan gözümüzden… Ama yine de senin penceren işte. Farklı bir gözle bakmayı seviyorum oradan. Kararsızlığını, çabucak sinirlenmeni, belki de bilmeni istemeden bu yönlerini seviyorum. Dinginleştiriyor asiliğimi ani çıkışların. O an usulca kareli sofra bezi seresim geliyor yere. Masabaşı uzaklığına bile tahammülüm yok şimdilerde. Hem, ”Bir gün elbet o sofraya çökeriz birlikte.” zarif insanlar gibi. Biliyorum, çok uzun “Eksiklik ve Fazlalık” kavramlar arasında kalakaldık. İkisi de insan hayatını yoran dertler. Bu Fazlalığın içinde çok eksiktik biz. Yarımdık.
Hâlâ ne ilginç, kapımı çalan bir sen ol istiyorum. Hiç elinin tıklattığı ve duymadığım o kapı sesini özlüyorum. Senin hakkında bilmediğim birçok şey gibi.
İkimiz arasında kalan sessizlik bir ağıt gibi. Yorucu. Belki de sessizce usulca tüketici. İstemeden azalmak içten içe, bir kum saati gibi. O saat, senin yönünde kalırsa, fazla zamanın olursa biliyorum, iyileşeceğim…
Belki de en baştan gülmeyi öğreneceğim seninle…
Miroslav mı lafa girdi? Yoksa Mârâ mı bilemiyorum. Bir adama göre fazla duygusal bir konuşma oldu. Gerçi karar benim istersem, romantikliğin âlâsını dikerim üstüne. Yazar benim. Yönetmeni, senaristi hatta dublörü bile benim, Miroslav’ın.
Şimdi yatmalıyım. Bu karakter işini aceleye getirmek doğru olmayacak belli. Biraz sessizlik hepimize iyi gelir. Miroslav, unutma bir daha ki sefere barıştan bahsedeceğiz. Senin ismin benim kalemime barış getirecek. Aşk’tan biraz uzaklaş. Yoksa saatin hep on/da durabilir, benden söylemesi…
Hikaye: Sevde Budakçı