Pandomim Suare

Pandomim Suare

Hikaye: Dilan Kılıç

Fotoğraf: Cotton Bro

Kadın korkuyla koşarak geldiği salonun ortasında birdenbire durdu. Etrafına baktı. Sandalyeyi çekti. Oturdu. Nefesini kontrol etmeye çalıştı. Gözlerinde korku vardı. Ayağa kalktı. Geri dönmek istedi. Sanki arkasında bıraktıklarını, kaçtığı o şeyden kurtarmak ister gibi.  Ağlıyordu. Kollarını iki yana açarak kendi etrafında döndü. Durdu. Elini sağ tarafına uzattı, bir şeyler alıp, öpüp yanına bıraktı. Sol tarafına uzandı alıp göğsüne sakladı. Yukardan aldı, etrafa saçtı… Sonra o uzanıp aldığı her şeyi kucağında toplayıp yine koşmaya başladı. Koşarken sesler duydu.  Kucağındakileri daha da sıkı sardı. Korkuyordu hem de hiç korkmadığı kadar. 

Bu sefer başka bir kapıdan gülerek girdi salona. Az önce oradan oraya korkuyla koşuşturan kendisi değilmiş gibi kucağındakilere kocaman gülüyor ve sarılıyordu. Köşedeki sandığı gördü. Kalktı, sandığa doğru yürüdü. Heyecanlıydı. Bakmak istedi ama kararsız kaldı. Çekinerek açtı sandığı. Açar açmaz kendini gördü sandığın içinde. Şaşkınlıkla kapattı kapağını. Biraz bekledi. Bir süre sonra tekrar açtı. Bir ışık topu duruyordu bu kez sandığın içinde. Işık topunu aldı, kalbine bastırdı ve etraf aydınlanırken perde kapandı.  

Ülkenin cesurca ayakta kalabilen en güzel, en büyük yapısı olan bu tiyatronun sahnesinde her şeye rağmen saf sevginin peşinde koşan bir kadındı Havva ve arkadaşları. Endişeli fakat ne olursa olsun gülmekten vazgeçmeyen, aydınlık yüzleriyle Havva’yı ayakta alkışlayan onlarca insan doldurmuştu salonu. 

Savaşın izlerini silebilmek için her gün oynadığı bu oyunda, bütün yasaklara rağmen ayakta alkışlanıyordu bu güçlü kadın. Çünkü bu kâbustan uyanabilmeleri için kalan tek yer bu tiyatro salonuydu. Şimdilik.  Zamanı geldiğinde orası da yerle bir olacaktı. Diğerleri gibi. Hiç var olmamış gibi. İçinde güzel hiçbir şey yaşanmamış gibi. Bir gün oyun bitip, seyirciler Havva’yı alkışlamak için ayağa kalktığında kıyamet kopacaktı. Işık topunu kalbine bastırdığı gibi Havva, etraf aydınlanacak ve alkışlar başlamadan susacaktı. Çünkü bu coğrafyanın kaderi buydu. Yok olmak. 

Havva’nın İki oğlu vardı. Ali ve Halit. Eve varıp, evlatlarına sarıldığı zaman şükrederdi her seferinde. O günde çocuklarının kokusunu içine çekebildiği için. Sahnede oynadığı oyunu değiştirip çocuklarına oynardı mum ışığında. Şişman bir adam olurdu kimi zaman. Kimi zaman yaşlı bir teyze. Kimi zaman da ağlayan bir çocuğun dünyasını yaşatırdı. Çocuklar hepsini de dikkatle ve heyecanla izlerdi. 

Havva bir sabah dışarı çıktığında kalabalık bir grubun tiyatro salonuna doğru gittiğini gördü. Korkuyla takip etti onları. Yanları patlamış, eski püskü ayakkabısıyla yürümekte zorluk çekiyordu. Ayakkabıları çıkardı. Yalın ayak, ayağına taşlar, dikenler bata bata yürüdü. İçi gibi kanadı ayakları her adımında. Ama şu büyük araçlara yetişmek için koşması gerekiyordu. Hızlı, hızlı, daha hızlı… O gün sahnesi yoktu ama gerçek hayatın içindeki oyuna dahil olmuştu bu kez de. 

Yetişemedi. Yetişse de gücü yetmezdi ki zaten. Her şey yerle bir olmuştu. Kendi kurdukları bu dünyayı, binbir emekle bunca yıl ayakta tutmak için direnen insanlar da yoktu artık. Ağır bir koku alıyordu. Uğultular duydu. Arkadaşlarına koşmak, yardım etmek istedi fakat sanki olduğu yere çakılı kalmıştı. Kâbus gibiydi her şey. Karabasan çökmüştü üzerine bütün insanlığın. Sonra o keşmekeşin arasında, kardeşi Selam tuttu kolundan. Havva kendine geldi. Selam’a sarıldı. O ana kadar içinde biriktirdiği bütün çığlıklarını, yaşlarını, yaslarını döktü etrafa, kardeşinin kollarında.  Selam, ablasını zar zor taşıdı eve. Seslerden korkup bir köşeye saklanan oğullarını gördü Havva eve girer girmez. Birbirlerine sarılarak uyuyakalmışlardı. Selam’la göz göze geldiler. Bazılarının yazgısı hiç değişmiyordu. Şanssız doğuyordu bu coğrafyanın insanı ve bu şanssızlık bir lanet gibi nesiller boyu devam ediyordu hep. 

Havva ve ailesi günlerce dışarı çıkmadı. Çocuklar dışardaki sesleri duymasın diye her gün ayrı bir çaba gösterdiler. Her gün ayrı bir gösteri yaptı Havva çocuklarına. Yüzünü boyadı. Önceden çiçeklerle yaptığı tacı taktı saçlarına. Renkli kıyafetlerini giydi. Selam, elinde bitmeye yakın bir mumla ablasını takdim etti küçük konuklarına. Ve Havva salona girdi.

Heyecanla yürüyordu. Bir ormandı bu kez evin salonu. Kocaman bir elma ağacı gördü. Bir tane elma kopardı ağaçtan. Kokusunu içine çekti. Kolundaki sepetine bıraktı usulca. Ağaca sarıldı ve teşekkür edip yoluna devam etti. Çocuklar gözleri ışıl ışıl annelerini izliyordu. Havva bir ağaç daha gördü ilerde. Halit; “Anne baaak, alaca ağaçkakaaaan!” diyerek heyecanla zıpladı yerinden. Annesi küçük oğluna gülümsedi. Göz kırptı. Alaca ağaçkakana selam verip yoluna devam etti. Birden bir şeye çarpıp yere düştü Havva. Çocuklar karınlarını tuta tuta güldüler. Ali; “Kaplumbağa amcayı görmüyor musun anne?” deyip, kolunu kardeşinin omzuna atarak gülmeye devam etti. Annesi küsmüş gibi yapıp ayağa kalktı. Üzerini silkeledi. Çocuklar birbirine bakıp göz kırptı. Kozasından yeni çıkmış iki kelebek gibi kanat çırpıp annelerine sarıldı ikisi de. 

Havva arkadaşlarıyla birlikte; kinin, nefretin, sevgisizliğin yok ettiği bu dünyayı güzelleştirmeye çabalamış, iki çocuğuyla birlikte tertemiz bir dünya kurmak istemişti kendisine sadece. Ve bütün insanlığa. Kaderleri bu sefer değişsin istemişti. Ama sevgi diliyle söyledikleri sözler, şarkılar, oynadığı oyunlar yetmemişti yine…

Mum ışığında çocuklarına oynadığı küçük oyunun sonunda, yaşlar süzülürken gözlerinden Havva’nın, küçük oğlu Halit öptü ellerini ve sonra gözlerini. Büyük oğlu Ali, sımsıkı sarıldı annesine ve kardeşine. Tüm zamanların yükünü attı sanki Havva o anda. 

Sonra… 

Mum bitti.

Karanlık kapladı etrafı.

Havva çocuklarını daha da sıkı sardı.

Ve… 

Koca bir ışık topu aydınlattı evin içini.

 

Hikaye: Dilan Kılıç

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi