Şafak Vakti
Hikaye: Sümeyra Şeref Çağlayan
Fotoğraf: Janko Ferlic
Günlerdir bir roman kahramanıyla aynı odayı paylaşıyordum. Duruşu, asaleti, olaylara ve kişilere verdiği tepkileri ile tam bir asilzadeydi. Konuşması, ses tonu ve mimikleri asla sonradan kazanılmış olamazdı. Olsa olsa doğduğunda pamuklara sarmalanmış ve büyürken çayına süt karıştırılmış birisi olmalıydı. Acısını, endişesini ve korkusunu ustaca saklayabiliyor ve hiç yorulmadan saatlerce ayakta durabiliyordu. Çok eski bir İngiliz filminde görmüştüm; genç erkekler akşam yemeği bitip genç bayanların piyano çaldığı ya da kitap okuduğu sakin saatlerde hep ayakta bekliyordu. Nedense bana bu kumral beyefendi bir İngiliz roman kahramanı gibi gelmişti. Aslında bu biçimsiz, soğuk ve eski binanın pis kokulu, köhne odasına yakışmıyordu. Göz alıcı bir orkidenin bir çöplükte boy atması gibi saçma sapan bir sahne olmalıydı onun bu odada yaşaması.
Haftalarca onu izledim. Onunla konuşmam bir haftamı aynı masayı paylaşmam ise tam bir ayımı almıştı. Yokluk içinde yaşamayı birlikte öğreniyorduk. Çok zengin bir aileden gelmiyordum ama böyle tekinsiz yerlerde yaşamaya çalışmak benim de çok iyi bildiğim bir iş değildi. Kader bir şekilde bizi bu odada buluşturmuştu. Manzaramız; taş bir binanın gazete ile kaplanmış camlarıydı.
Tarlabaşı’nda soğuk duvarları, siren seslerinin eksik olmadığı sokakları, hain pencereleri olan bu semtte tutunmak her yiğidin harcı değildi. Yetmiş iki milletin bir arada yaşamaya çalıştığı- tabii buna yaşamak denirse- her dönemeci suç kokan, kaldırımlarından zift akan, köhne merdivenlerinde adını koyamadığımız suçların alası işlenen bir semt. Mübadele döneminden kalan -mecburi göç etmeye zorlanan asıl sahiplerinin ahının bacalardan tüttüğü- bu yer belki de bu sebepten iflah olmaz yerlerin başında gelirdi. Mahallenin tam göbeğinde bir polis merkezinin bulunması bile kaşla göz arasında işlenen suçlara çare olamamıştı. Benzer sebeplerden dolayı, bir şekilde bu odaya düştüğümüzü aynı masayı paylaştığımız o gün anladım. Bir şafak vakti baskını, ardından gelen çaresizlik ve yokluk, sevdiklerimizi günlerce bekleme ve korkudan gidip hiçbir yere sormadan başımızın çaresine bakma sonucu bulunan en ucuz odaya sığınma. İkimiz de üniversite öğrencisiydik. Ailelerimiz suçlu değildi ama üzerlerine atılan bir suç neticesi içerdeydi. Aslında yaptığımız yaşamaya çalışmak değil umuda sarılmaktı. Yalnızlığımızı soframıza katık edecek bir parça ekmekle gidermeye çalışmaktı. Yemesek aç yatsak bir yudum su içsek yine sabah olurdu. Ama akşam çayını içmeden yatarsak sevdiklerimize ihanet edeceğimiz korkusu yer etmişti içimizde bir yerlerde.
“Senin aileni neden aldılar Azad?”
“Babam ve abim bir şirketin yöneticisiydi bir şekilde suçlu bulup içeri aldılar. Bütün mal varlığımıza el koydular. Annem kahrından kanser oldu iki aya kalmadan vefat etti. Ben de böyle kimsesiz kaldım.” “Senin annen sağ mı?”
“Evet annem mahalledeki öğrencilere yardım etti diye içerde.”
Roman kahramanı Azad ve ben bu kırık dökük apartmanın beşinci katındaki odada yaşamayı öğrendik. Ağır, paslı, demir kapıdan girince burnumuzdan nefes almadan basamakları hızlıca çıkardık. Odanın ahşap kapısının sağ üst köşesinde bir yumruk izi vardı. İçe doğru göçen bu kısım bize güvende olmadığımızı her girişimizde fısıldardı. Bir hafta boyunca para biriktirip aldığımız temizlik malzemesi ile sabah temizliğe başladık. Azad kendisinden beklenmeyecek bir şekilde iyi iş çıkarmıştı. Kendi evinde bir bardak suyu bile mutfağa götürmemiş olduğuna yemin edebilirdim. “Azad sen hiç hayatında evden çöp atmaya çıktın mı?”
Azad’ın gözleri dolar gibi oldu ama bana cevap vermek yerine bir bardak çay içip içmeyeceğimi sordu.
“Teşekkür ederim, aslında bu yorgunluğu ancak demli bir çay alır.”
Azad’ın demlediği çayı simitle içtik ama peynir alamadık çünkü peynir parasına çamaşır suyu almıştık. Bu yaşadıklarımıza ikimizde inanamıyorduk ama yaşıyorduk ve her şey buz gibi gerçekti.
Azad ailesinin yokluğunda kendi başına, dimdik ayakta durmaya çalışıyordu. Ben ise canım anneme layık bir evlat olacağımı herkese göstermek istiyordum. Babamı küçük yaşta bir kazada kaybetmiştim. Annem beni kendi başına, dişiyle tırnağıyla, kazıya kazıya bu günlere getirmişti ama ben onu koruyamamıştım. Kendi halinde bir kadın ne yapmıştı da karanlık bir sabah vakti, yine derin bir karanlığa atılmıştı. Şimdi aynı yerden yaralı Azad’la kaderdaş olmuş, Tarlabaşı’nın tenha sokaklarında yaşam mücadelesi veriyorduk.
Soğuk bir İstanbul akşamında, okul çıkışı bizim sokağa dönünce Azad’ın beresini yerde gördüm. Düşürmüştür diye yanıma alıp apartmanın demir kapısını açtım, acele etmeden merdivenleri çıkmaya başladım. Yerde birkaç damla kan gördüm, basamak basamak kan izi bizim odaya doğru yoğunlaşmaya başladı. İçimi bir huzursuzluk kaplamıştı. Bin bir türlü senaryo kafamda bir öyle bir böyle dönmeye başladı. Bu birkaç saniye, sanki annemi alıp götürdükleri malum şafak vakti gibi bir ömür sürecek zannettim. Yumruk yemiş kapımızı usulca açtım. İçeriye girdiğimde Azad yüzü gözü kan içinde, ela gözlerini gözlerime kilitledi. Oturduğu yerden kalkar gibi oldu ama sendeledi, koşup hemen yatağına yatırdım.
“Ne oldu sana, kim yaptı bunu”
“Nasıl olduğunu anlamadım. Kimin yaptığını bile göremeden üç kişi üstüme çullandı. Cebimde para var sandılar herhâlde çok vicdansızdılar Hüseyin, gerçekten çok acımasızdılar.”
“Tamam anladım bir bakalım yaralarını temizleyelim önce”
O günden sonra Azad ile daha dikkatli olmaya başladık. Mümkün olduğunca mahalleye birlikte girip birlikte çıkıyorduk. Odamda bir roman kahramanı vardı ve ben onun yan kahramanı olarak bir kitabın sayfalarını süslemeye çalışıyordum. Akşam çaylarımız, sabah simitli kahvaltılarımız devam ediyordu. Yaşam şartlarının giderek zorlaştığı, nefes almanın bile suç olduğu bu zor zamanlarda birbirimize tutunup hayatta kalmaya çalışıyorduk. Tarlabaşı’nda yaşamak, her sabah bir vukuatla uyanmak demekti. Polis sirenleri saat başı çalıyor bir koşturmaca, hatta bazen silah sesleri ve çığlıklarla sona eriyordu. Yaşam şartlarının her gün kötüye gittiği memlekette “Köhne Kahve” denilen kıraathanenin eskimiş ahşap sandalyeleri bir bir boşalıyordu. Her sabah kilim dokuma masa örtüleri masalardan toplanıyor ve bir daha serilmiyordu. Kahvenin müdavimleri, sanki kurşun kalemle yazılmış gibi defterden siliniyordu. Bu defterin sayfaları bir daha açılmamak üzere kapanıyordu. Kış bitiyor ilkbahar geliyordu ama değişen hiçbir şey yoktu. Aksine Tarlabaşı denilen bu semtte suçlular artıyor ama suçsuzlar teker teker yok oluyordu. Ülke kocaman bir tımarhaneye dönüşüyordu.
Yine bir şafak vaktiydi yumruk yemiş eski kapımız yumruklanıyordu hem de polis tarafından. Azad ve ben son kez, bir şafak vakti, sığındığımız mahallede, tertemiz odamızda bir bilinmeze gidiyorduk.
Hikaye: Sümeyra Şeref Çağlayan