Adım

Adım

Hikaye: Feyza Yılmaz

Fotoğraf: Masha Raymers

Güneş batıyordu. Giderek ağırlaşan rengiyle ortalığı karartıyordu mavi gökyüzü. Dışarı attığım ilk adımla birlikte akşam serinliği içime işlemişti. Suya girip çıkmaktan pullanan parmak aralarımı kanıtlardan gizlemek için eldiven giydim ellerime. Uzuvlarımı herkesten saklasam da kendimle organik bağını yok edemiyordum. Yoksa bu muydu asıl suçum? Adam öldürmemiştim. Hakaret etmemiştim. İhmal suretiyle canıma kasteden bir suç mu işledim acaba bilmeden? Uzaktan, elinde elma şekeri tutan kırmızı başlıklı kız kadar masum göründüğüme emindim. Avucuma tutturulmuş bu yapış yapış lezzeti karşı konulmaz bir iştahla arzuluyor, ama bir türlü yiyemiyordum. İçime taş gibi bir rahatsızlık oturdu yine.

Bir taksi bulmayı ümit ederek sıklaştırdım adımlarımı. Bakışlarımı -öğretildiği gibi- aşağı kilitleyince aradığını bulması pek zor! Namuslu bir mahalle burası. Çalmaz, çırpmaz, saygıda kusur etmez kimse. Kocasını çekiştirmek dedikodudan, altın gününde hayattan çalmak hırsızlıktan, evleri dikizlemek özel hayatı ihlalden sayılmazsa herkes saygılıdır birbirine.

“İyi akşamlar hanımefendi, ne işiniz var bu saatte?”

Suat abi bu. Benim boyumda iki oğlu bir kızı var. Çocuk yetiştirme faslını tamamladım sanan herkes gibi başkalarına karışmaya bayılırlar ailece. Cevap versem, utanmayıp kendimi sokağa attım desem… Başka soru da sorar mı?

“İyi akşamlar.” diye fısıldayıp uzaklaştım yanından. Acele etmem gerektiğine dair bir ses omzuma dokunuyordu sanki. “Bu karanlıkta kimse görmesin seni, çabuk!” Birazdan göğe yükselecek ezan sesiyle günün ilk yudumları içilir, hurmalar mideye iner. Kadınlar erkekleri, kadınlar çocukları ve sonra kalanlarla kendilerini doyurur. Ah, içim daraldı!

Dakikalar sonra kırmızı ışıkta duran bir taksi görünce düşünmeden bindim.

“Tophane’ye lütfen.”

Taksici hayretle baktı yüzüme. 

“Hanımefendi, taksi dolu.”

Solumda biri oturuyormuş meğer. Yolu yanlışlıkla Bursa’ya düşen eski bir İstanbul beyefendisi gibi derli toplu. Kucağında sade bir çikolata paketi, ayak ucunda çantası, bana bakıyor. 

“Sorun değil şoför bey. Tophane yolumuzun üstü. Uygunsa birlikte gidelim, fazla vakit kalmadı.” dedi saatine bakarak.

“Olur.”

“Dışarda olduğunuza göre bir yere yetişmeye çalışıyor olmalısınız?”

“Öyle sayılır.” deyiverdim. Evden kaçar gibi çıktığımı, tüm gün aç kalan kocamın sigarasızlıktan tepesinin attığını, yemeğin yanında pilav olmayınca üstüme yürüdüğünü, çocukları patırtı duymasınlar diye odalarında bıraktığımı da anlatsam ne derdi acaba? Onlara mı acırdı, bana mı? Bir yudum su olmadan yutamadığım kuru ekmek gibi boğazımda düğümlendi kelimeler.  

“Hepimizin başka bir sebebi var.” dedi gözlerime bakarak. Duydu mu yoksa, anladı mı şuncacık yolda beni? Aman, neyse ne… Bu şehrin her karışına sinmiş gelenekleri umursamadığı belliydi.

“Çocukluk arkadaşımı ziyarete geldim İstanbul’dan. Son gelişimin üstünden on yıl geçti. Eskiden daha güzeldi buralar, şimdi epeyce değişmiş.”

Ulucami’nin simetrik kubbeleri görünmüştü. Şehrin göbeğine rant kepçesiyle serpiştirilmiş yüksek binalar ödünç bir elbise gibi sırıtıyordu üstünde. Memleketime yabancılığımı bir misafirden duyunca tüm duygularımla çırılçıplak kalıverdim arka koltukta. Bir omuz mesafesinde, bir kadına, bana, kültürüme, şehrime yabancı bir adamın tanıdık cümleleri kaderimle barıştırmaya yeter miydi beni?

Annemlerin evine gelmiştik. 

“Az ileride ineyim ben.”

Elli lira çıkarıp öne uzattım. Elimin üstünde bir sıcaklık… “Hayır olmaz, zaten yol üstüydü.” diyerek uzandı paraya. Ceketinin kadifemsi dokusunu parmaklarımda hissediyorum. Yumuşak, kendinden emin… Saatler öncesinden kalan bergamotlu parfüm kokusu geliyor yakınlaştıkça. Damarlarım genişliyor, evdeyken donan kanım beynime çıkıyor şimdi. Dokunsa, elimi tutsa, iki çay içelim, anlat bana dese… 

Zihin okuyor mübarek, sanki yapay zekâ! Aklı sıra gözlerimi yakalayarak ikna etmeye çalışıyor olmalıydı. Bakmadım yüzüne. Ellerimin işlediği mükerrer suçun ağırlığıyla ezilmiştim. Şu hiç geçmeyip içimi fare gibi kemiren suçluluk duygusu yok mu… Elli liramı geri kaptığım gibi indim. Kabul etmedim teklifini.

Adımlarım değilse de takatim tükenmişti artık. Kaçarak bulamıyordum yolu, besbelli enine boyuna düşünecektim. Bir, iki, üç… Hah, işte şu köşedeki üç katlı apartman değil mi bizim ev? Yanı başındaki elektrik direği korkuluk kesilmiş, sokağıma bakıyor kös kös. Güneş çoktan batmış, batı yakasında biraz kızıllık… Ama bizim ev -kocaya gitmekle sizin olmadı ya, bizim ev (!)- ezelden beri doğuya bakar. 

Karanlık, hiçliği çağrıştıran yarasa gibi üşüştü kulaklarıma. Bak içime taş gibi bir rahatsızlık oturdu yine. Gitmek zordu da, ya dönmek? Gönlümün bulamadığını el yordamıyla ararcasına tuttum eski kapımın kolunu. Kapalıydı. Alt alta dizilmiş zillerin üstünde parmaklarımı gezdirerek soy isimleri yokladım. Cevabını aradığım tek bir soru geçiyordu aklımdan. Acaba bulabilecek miydim eskisi gibi, adımı?

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi