kadının yazgısı üzerine bir değerlendirme
Deneme: Suna Göynük
Fotoğraf: Cotton Bro
ÖNDEYİŞ
Yaşam Soluğu
Fi tarihinde yaşayan adam, karısına sorar; “Etinden kopup gelecek olan güneş midir, ay mıdır?”
Kadın yanıtlar: “Ay üşütür, güneş yakar! Bunlar değildir…
O, özdür: Sevgidir, akıldır. Onu bilen, kendini bilir.”
Adam yine sorar, “Onu neyle beslersin?”
“Suyla…
Işıkla, havayla. O şimdi toprağımda barınır. Rüyasız uykudadır. Yönlerimiz ayrıldığında rüyalanır. Benden çıkar. Ondan da yeni dünyalar çıkacaktır.”
Hafifçe eğilir adam; “Öyleyse o bizim yaşam soluğumuzdur.”
Söz konusu mitteki anlatıda; kızı erkekten, yaşamı ölümden, doğayı insandan ayırmayan bir yaklaşım vardır ve bu yaklaşım; doğanın akıl yoluyla tasarlanmadığı, formüle edilmediği bir zaman boyutuna aitmiş gibi duruyor.
Doğumu müjdelenen çocuğun cinsiyetine (ki bu bir kız çocuğudur), kutsallık atfedilip, edilmediği açıkça vurgulanmamış olsa da anlaşılmaz da değildir. Öyle görülüyor ki, can taşıyan bir varlık olarak aslına uygun bir biçimde karşılanan kız çocuğu, yetişkin olduğunda; çalışan-üreten-yöneten bir özne olacaktır. Erkek ve kadın ilişkisinde, ‘denge’yi temel alan bu yaklaşım, gerçekten de ‘yaşam soluğu’ olacak ve bu dengenin sürdürülmesi sonucunda hiçbir cinsin yüceltilmesine izin verilmeyecektir. Veya iki cinsin de biricikliği ve hakikati ile yaşamasının yolu açılmış olacaktır.
Mitteki özenli diyaloglardan kızı veya erkeği değil, insanı yücelten bir anlayış sezilmektedir. Söz konusu doğum; kutsaldan arınmış, olağan bir ritüelle karşılanırken, doğacak olan da saygıyla beklenmektedir…
Çünkü henüz hiç kimse; yeryüzünün “erkek dünyası” olarak kabul gördüğünü haykırmamış, daha doğmadan kadını eksiklik ve kusurla mühürlememiş ve ikinci derece bir varlık olmakla suçlamamıştır. Ondaki erdemin-ahlakın erkek tarafından biçimlenmeye muhtaç olduğu inancı ortaya sürülmemiştir.
I.BÖLÜM
Biliyoruz ki, toplum iki temel öğe üzerinden kendini inşa eder: Erkek ile kadın.
Erkek ile kadın, biyolojik özellikler bakımından elbette ki farklıdır. Bu farklılığa cinsiyet denmektedir. Cinsiyet kavramı; toplumsal rol ve sorumlulukların da yüklendiği pek çok sosyal ve kültürel anlama da sahiptir. Kız ve erkek Çocuğu; neleri yapacağına-neleri yapmayacağına dair temel değerleri ve görenekleri öğrenerek büyürler. Erkek çocuğu açısından bu kodlamalar zaman içinde evrilerek kimi toplumlarda daha sert ve egemen bir zihniyetle şekil alırken, kız çocuğu ise daha geri plana itilerek, erkek cinsinin gölgesi altında hayatını sürdürür.
Erkek çocuğu güçlü-cesur-atak olması konusunda yüreklendirilirken, kız çocuğu azla yetinen-çekingen- fedakâr ve koruyup kollanma duygusu aşılanarak yetiştirilir.
Bu durumun yansıması olarak baba/ağabey/erkek kardeşin; her yaştaki kız kardeşe/ablaya sahip çıkması beklenir. Hatta kimi toplumlarda kol kanat germe rolü anneyi de kapsamaktadır. Babanın yanı sıra erkek çocuk da, anneyi toplum içinde daha ‘ağırbaşlı’ ve ‘edepli’ olmaya zorlayan bir kimlik taşır. Kadının örtük bir baskı altında olduğunu anlamak zor değildir. Bunu yansıtır nitelikteki şu cümleyi sıklıkla duyarız: “Erkek evladı olan bir anneyim, öyle davranmam yakışık almaz.”
Toplumsal cinsiyet kodlarını özümseyerek yetişmiş kadın; aile yapısını toplumsal–kültürel ve geleneksel değerlerle oluşturmuştur. Çocuk sahibi olduğunda da ailenin varlığını bu değerler üzerinden yürütecektir. Bu yaklaşım, ezeli bir ezberin sorgusuz sualsiz şekilde hayata geçirilmesinden kaynaklanır. “Biz atadan-dededen böyle gördük”
Görüldüğü üzere bu kabulleniş veya kolay olana kaçış nedensiz değildir. Diğer taraftan kadın, kendisine dayatılan ezberi bireysel bazda sorgulamasının kendi açısından ciddi sakıncalar doğurabileceğini deneyimlediği bir dünyanın içinde yaşadığını bilir.
Sosyo-ekonomik-kültürel alanda belli bir ölçüde kendini ifade edebilmişse de, kadın cinayetlerinin giderek arttığı bir sistemin ortasında kalakalmıştır. Öyle ki, diri diri yakılmak-iç organları deşilip eline tutuşturulmak suretiyle veya çocuklarının gözleri önünde vahşice katledilmişlerdir.
Tüm bu bedeller, “Ben de insanım. Varım” demek için verilmiş, verilmeye devam edilmektedir. İnsanca yaşamak için. Eşit hak ve özgürlüğe sahip olmak için, cinsel obje olmayı kabul etmediği, ikincilleştirilmeye karşı olunduğu içindir…
Diğer yandan günlük kadın-erkek ilişkilerini sorgularken “Erkek çocuğu da yetiştiren bir annedir” değerlendirmesi ile karşılaşırız sıklıkla. Oysa anne de büyütülürken ataerkil-egemenin gölgesi veya baskısı altında büyüdüğünden bu soruyu sağlıklı cevaplandırabilmek bu şartlar altında anlamsız bir iştir.
Yine benzer sebepten, erkek çocuğu olan anne, kız çocuğu olan anneden farklı düşünebilmekte, olan biteni eril bir zihniyetle yorumlayabilmektedir. Buna karşın, örgütlenmeyi-birlikte mücadele etmeyi-bilinçli topluluklar oluşturmayı büyük ölçüde başarmıştır günümüz kadını. Yara aldığı yerlerinin, eşitlik, adalet duygularının en yüksek ölçüde iyileştirilmesine ihtiyacı vardır. Varlıksal (ontolojik) eşitlik/fırsat eşitliği/ şartlarda eşitlik/ sonuçlarda eşitliğe ihtiyacı vardır. Siyasal-politik ve ideolojik kararlarla, kültür-sanat vs. alanlarla desteklenmelidir. Elbette ki bu desteği verebilecek edebiyatla da…
Fakat Cécile Sauvage’in şu ilkel sözlerinden arındırarak: :
“… Doğadan gelen bir yasadır bu. Kadın efendisiz olamaz! Efendisiz kadın, sağa sola saçılmış bir demet çiçeğe benzer.”
Veya Balzac’ın benzer sözlerinden:
“En yüce düzeyde erkeğin yaşamı şan ve şeref, kadınınkiyse aşktır. Erkeğin yaşamı nasıl sürekli bir eylemse, kadın da yaşamını sürekli bir sunuş haline getirerek erkeğe eşit olabilir”
ll. BÖLÜM
İnsanlık tarihinin başlangıcından yüzyılımıza değin, tüm dünyada cinsiyete göre iş bölümü yapılmıştır.
Anne-eş-ev kadını olmakla beraber kadınlar; eski toplumlarda da üretimde yer almış, çalışma hayatına katılmışlardır fakat emeğinin karşılığını ücretli olarak almaya başladıkları tarihlerden bu yana ülke ekonomisine katkıları- aileye gelir getirmeleri-ucuz iş gücü oluşturmaları nedeniyle sayıları gittikçe artmıştır.
Modern anlayış ile geleneksel düzenin harmanlandığı toplumda insani gelişimi, iki cinsin konumuna bakarak netleştirmek mümkündür.
Cinsiyete göre yapılan ayrımın yani cinsiyetçiliğin getirdiği erkek üstünlüğü ile kadınlığın değerinin düşük görülmesinin yarattığı inanış, erkeği daha imtiyazlı konuma getirirken kadının yaşam kalitesini düşürmüştür. Bunları eğitim, sağlık, adalet, iş olanakları, ekonomik kaynaklara-hizmetlere erişimle örneklendirebiliriz.
Kadın, çocuk bakımı, temizlik gibi ev içi faaliyetlere yönlendirildikçe saksının suyu, tencerenin dibi gibi günlük yaşamındaki pratikler sayesinde bazı özelliklerini geliştirmiş, kimi içgüdülerine de olduğu gibi sahip çıkmıştır. İki cinsin zamandan yararlanması da farklılık göstermiştir. Kadın ruhunda içkin olana mesela, bilinmeze mesai harcamıştır. Bu durum onun batıla, fala, gizile meyillini arttırmıştır. Erkek dışarıda, aklı ve mantığı arasında özgürce manevralar yaparken kadını ise en iyi olasılıkla büyülü bir gerçekliğe mahkûm etmiştir.
Ne yazık ki kadını sadece annelik ve aile kurumu üstünden değerlendiren veya bedenini nesneleştiren sistem, onun efendisine bağımlı, erkek yetkesini kabul eden itaatkâr bir yaşam sürmesini ister. Bu yetkeyi içerden dışarıya doğru tanımlar; Baba-koca- sevgili ve dışardaki güç…
Dünyadaki benzer sorunu yine edebiyatla yumuşatarak, basit ama anlamlı bir cümleyle simgeleştirebiliriz. “Kendine Ait Bir Oda”
Muhtemelen Virginia Woolf, sadece kadının özgür olacağı küçük bir alandan, dört duvardan, söz etmiyordur. Kendine Ait Bir Oda ile kadının uğradığı sosyal-siyasal-kültürel ve ekonomik alandaki eşitsizlikler, ayrımcılıkları kapsayan koskocaman bir dünyayı da işaret ediyordur. Ya da tam tersinden düşünürsek ‘oda’nın; kadının mücadelesinde kendisine olan inancı, cesareti, militan ruhu ile elde edeceği kazanımları da simgelediğini söyleyebiliriz.
Erkeğin müdahalesi doğrultusunda biçimlenen, bu nedenle kendini, yıpranmış aşınmış bir hayatın içinde bulan kadın, “kadın dünyası”nda başka alanlarda kendini gerçekleştirememenin yoksunluğunu yansıtır.
Yasa koyucu, kadının doğup-ömrünü tamamlayıncaya kadar yürüyeceği yol-yaşam haritasını çıkarmış, isterse daha karanlık-daha taraflı yasalar da yapacak gücünün olduğunu her fırsatta hissettirmiş ve toplumsal cinsiyete dayalı yıldırmayı sürdürmüştür. Fakat onu fazla hafife almaması gerektiğinin deneyimlerini de yaşamıştır. Çünkü bilmektedir ki, yitirilen özgürlüğün karşısında militan ruhuyla kadın her tarihte küllerinden yeniden doğmuştur.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ilişkin farkındalık yaratmak açısından 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününe değinmek için oynattığımız kalemimiz; kadın dünyasına kısa kısa birleşimci bir gözle yaklaşmamızı sağladı. Bu vesile ile günümüz kadınının ve kız çocuğunun asıl sorunun hayatta kalmak, öldürülmemek, cinayete kurban gitmemek olduğunu bir kez daha belirtelim.
Bilinmelidir ki, kadın bu ezeli sorunla mücadele edecek; bu uğurda yitenleri anmaya, kazanımları kutlamaya, başaran kadınların izini sürmeye devam edecektir.