Uğurlu Günler Evi

Uğurlu Günler Evi

Hikaye: Dilan Kılıç

Fotoğraf: Tomas Malik

Küf kokulu, perdeleri güneşten yanmış, dört kişilik bu odada, dört hastaya sadece bir hemşire düşüyordu. Yılların kazandırdığı el çabukluğu ve bıkkınlıkla dördünün de serumunu değiştirdi hemşire. Emekli olsam da kurtulsam şu lanet yerden. Askıda asılı duran şişeden damlayan serum, pıt pıt hastaların kafasının içinde bir sağa bir sola çarpıyordu. Çaresizlik vardı hepsinin gözünde. Yorgunluk, hissizlik, belki de artık mecburi bir teslimiyet. Hiçbir şeye tepki vermiyor, öylece bir noktaya kilitleniyorlardı.

Odanın kapısı açıldı ve aylardır bakımevindekilerden başka kimsenin yüzünü görmeyen 18 numaranın, koridorda bekleyen Aylin’i görünce nefes alışverişleri hızlandı. Uzun zamandır bir yaşam belirtisi göstermeden hissiz ve de hareketsiz yatıyordu o yatakta. Ailesi onu oraya öylece bırakıp gitmişti. Sadece O değil, oradaki bütün hastalar terkedilmişti.

Gönüllü olarak çalıştığı dernek tarafından yeni görev yeri belirlenmiş ve bakımsızlıktan ayakta zor duran, adına bakımevi dedikleri bu çelimsiz binaya, Uğurlu Günler Evi’ne gönderilmişti Aylin. Dışarda masmavi deniz, camda gölge oyunu oynayan ıhlamur ağaçları, ağacın dallarına konup cilveleşen kuşlar… Geçekten uğurlu sayılabilecek günler yaşanabilirdi, hastalar dışarıyı hissedebilseydi.

Bu insanlar burada nasıl yaşayabiliyor? Ölüme terk edilmişlik değil de ne bu? 

“Buraya ölmek üzere olan hastaları getirirler; hayatta hiç şansı kalmayanları ya da sadece tek bir şansı kalanları. Tabii ben ikincisini daha hiç görmedim. Biz sadece gelenlere iyi şanslar dileriz.” Dr. Ragıp, aniden Aylin’in arkasında belirip, aklını okumuş gibi kısa bir özet geçti.

“Merhaba, Dr. Ragıp Ergün. Biz de sizi bekliyorduk. Hiç gerek yoktu aslında ama yine de hoş geldiniz.”

“Merhaba, Aylin.” Biraz uğraşacağız galiba bu doktorla. Lafa bak gerek yokmuş!

“Neden böyle düşünüyorsunuz? Bu insanların yaşama tutunacak bir şeye ihtiyaçları var.”

“Aylin Hanım anlatamadım galiba. Ölmek üzere olan hastalar gelir buraya. Zaten ölecekler işte. Ne yaşamı ne tutunması?” Dr. Ragıp oldukça ruhsuz ve de huysuz.

“Böyle bir yerde, üstelik yalnız ölmeyi kimse hak etmez.” Aylin konuşurken dişlerini sıkıyor, terleyen ellerini fark ettirmeden gömleğine siliyordu. “Hâlâ yaşıyorlar ama değil mi?”

“Yaşamak denirse tabii.”

“Öyleyse hâlâ bir umut var demektir. İzninizle, Ragıp Bey!”

Aylin, az önce göz göze geldiği adamın odasına doğru yürürken, son kez hastaların dosyasına göz gezdirdi. Uzun koridorda sessizliği bozan topuklu ayakkabılarının takırtısı, dört kişilik odanın kapısında durdu. Nefes alışverişlerini kontrol etmeye, Dr. Ragıp’ı düşünmemeye çalıştı. Kapıyı açınca yoğun rutubet kokusu genzini yaktı. Bir mucize olsa bile yaşayamaz ki insanlar burada zaten. Serumları değiştiren hemşireye selam verdi. Hemşire cevap vermedi. Aylin de üstelemedi. Uyanık olan hastaya gülümseyip, uyuyanları rahatsız etmemeye çalışarak pencereyi açtı. 

“Oh şöyle bir nefes alalım yahu. Hava da çok güzel bugün biliyor musunuz?” fısıltıyla konuşuyordu.

18 numara unuttuğu hisleri aylardır ilk kez yaşıyordu. Mümkün olsa yerinde duramaz, pencereden gökyüzüne doğru dolu dolu bir kahkaha atardı. Eskiden olduğu gibi…

“Merhaba …” yatağın ucunda yazılı isme baktı. “Mehmet Bey, ben Aylin.” 

Aylin, rutubetin de etkisiyle kuruyan dudaklarını, çantasından çıkardığı suyla ıslattı. 

“Nazım sever misiniz?” Mehmet Bey’de bir tepki yok. “Ben çok severim. Nazım’ı kim sevmez ki zaten? Biliyor musunuz okulda tez konumdu.” Sandalyeye iyice yerleşti. Sırtını dikleştirdi. Boğazını temizledi:

‘Bugün Pazar.

Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar

Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak, bu kadar mavi

Bu kadar geniş olduğuna şaşarak

Kımıldamadan durdum.

Sonra saygıyla toprağa oturdum,

Dayadım sırtımı duvara

Bu anda ne düşmek dalgalara,

Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım…

Toprak, güneş ve ben…

Bahtiyarım…’

Aylin şiiri bitirirken adamın uyuduğunu fark etti. Bu harabe yerde aylardır yalnız. İnsan babasını nasıl bırakır böyle bir yerde? Tam da sevgiye, umuda ihtiyaçları olduğu zamanlarda neden kimse yok bu insanların yanında? Yine elleri terliyordu. Dudaklarını kemirerek, sessizce çıktı odadan. Mehmet Bey uyandı. Duvarlar, tavan her geçen gün biraz daha yaklaşıyordu ona doğru. Oda gittikçe daralıyordu. Ama bugün bir kıpırdama olmamıştı. Sıvası dökülmüş tavanda gülen bir yüz gördü Mehmet Bey. Uzun zamandan sonra ilk defa yaşadığını hissetti. Allah’ım çok şükür. Biliyordum. Beni yalnız bırakmayacağını biliyordum.

Sabah kolunda büyük bir çanta ve poşetle geldi Aylin. Çantayı sandalyenin üzerine bırakıp, pencereyi açtı. Bu sefer diğer hastalar da uyanıktı. Görevliye perdeleri söktürdü. Tam o sırada Dr. Ragıp içeri girdi. 

“Aylin Hanım, ne yapıyorsunuz? Tak oğlum şu perdeyi geri. Kafanıza göre iş yapamazsınız burada!”

“Ragıp Bey görmüyor musunuz odanın halini? Biraz havası değişsin. İnsanlar nefe…” 

“Buna ben karar veririm, siz değil Aylin Hanım. Herkes işini yapsın. Ne için geldiğinizi unutmayın.”

“Evet, tam da bunun için geldim işte.” Dr. Ragıp’a yaklaşıp fısıltıyla, “Yaşayacağı varsa da yaşayamaz kimse burada.” Kendi getirdiği temiz perdeyi merdivende, artık bir karar verilmesini bekleyen görevliye uzattı. Görevli, onay için Dr. Ragıp’a baktı. Doktor homurdanarak dönüp gitti.  

“Lütfen takar mısınız? Teşekkür ederim.” Mis gibi sabun kokusu doldu odaya. Bir de çok sevdiği limon esansından sıktı Aylin. Gözlerini kapatıp, derin nefes aldı. 

“Günaydın hanımlar ve beyler. Çok iyi gördüm sizi, harikasınız. Bugün biraz keman çalalım mı? Neriman Hanım, duyduğuma göre siz de keman çalıyormuşsunuz.” Neriman Hanım’ın sol yanağında küçük bir çukur oluştu. Aylin’in kalp atışları hızlandı. Göz kırptı. “Süpersiniz.” 

Kemanın sesi dördünü de açık pencereden uçurdu. Hapsoldukları bu ruhsuz odadan karşıdaki denize doğru kanat çırptılar. Martılarla selamlaşıp, kırlangıçların dansına katıldılar. En son bulutların üzerinde soluklanıp, kemanın son notasıyla yataklarında buldular kendilerini. Oysa o pencereden geri dönmemeyi o kadar çok istemişlerdi ki. 

Bravo canım, bravo. Yıllar seni asla değiştirmemiş. Hâlâ çok yeteneklisin. 

Aylin sırayla dördünün de tepkisine baktı. Neriman Hanım’ın yanağındaki çukur hâlâ oradaydı. Asım Bey, seri bir şekilde gözlerini kırpıştırıyordu. Şerife Hanım, sevdiği bir şarkıyı mırıldanır gibiydi.

Bu kadar çabuk iyiye gidebilir miydi her şey? Yaşıyorlar işte. Hâlâ hissedebiliyorlar. Mehmet Bey’deyse henüz bir belirti görememişti. Koridorda hemşireyle konuşan Dr. Ragıp’a heyecanla seslendi. 

“Ragıp Bey…” Ragıp Bey umursamadı. Aylin nefes nefese yanında belirdi doktorun. 

“Ragıp Bey, belirtiler var.” 

“Nasıl yani? Bu imkânsız.”

Adımları beraber hızlanırken, Aylin hevesle anlatmaya başladı. Geldiğinden beri, Dr. Ragıp ilk defa ciddi bir şekilde dinliyordu O’nu. Odaya girdiklerinde şaşırdı ama belli etmedi. Hemşireyi çağırdı. Hastaların yeniden değerlendirilmesi için birkaç tetkik istedi. 

“Yine de fazla ümitlenmeyin derim.” Hemşireyle konuşarak hızla odadan çıktı.

Aylin hastalara dönerek, “Bu kadar zaman bu huysuz adama iyi dayanmışsınız, valla tebrikler.” Gözü Mehmet Bey’e kaydı. Biraz canı sıkıldı ama hemen toparlandı. “İyi olacaksınız merak etmeyin.” 

Sonraki günler yine aynı sevinçle geldi Aylin. Hastalar her gün daha da iyiye gitti. Dr. Ragıp, belli etmiyormuş gibi yapıp hayretler içinde, hastaları her gün yeniden inceledi. Aylin, doktorun şaşkınlığını gizlerken nasıl da komik olduğunu görüp eğleniyor, bunları biraz da abartarak hastalara anlatıyordu. 

Aylin, son görev gününde elinde resim çantası ve koca bir şövaleyle girdi odaya. Ağır adımlarla yürümeye başlayan Neriman Hanım açtı pencereyi bu sefer. Asım Bey, “Hoş gel-din.” Şerife Hanım ise “Ay-lin kızım.” diyerek birbirlerini tamamladı. Mehmet Bey’in durumu eskisinden daha iyi olmasına rağmen hâlâ bir tepki vermemişti. O’nu görünce başaramadığını düşünüp üzülüyor, diğerlerindeyse gayretinin sonuca ulaştığını gördükçe kalbi daha hızlı atıyordu. 

“Bugün sizi çizeceğim. Hazır mısınız?”

Hastabakıcıdan yardım isteyip yatakların yönünü pencereye doğru çevirdi. Telefonundan sakin bir müzik açtı. Usulca esen rüzgâr, teker teker hepsinin yüzüne koca bir öpücük kondurdu. Odanın duvarlarıysa gülen yüzlerle doluydu. Hastalar sevinçle bir Aylin’e bir dışarıya bakıyordu. Dr. Ragıp arada bir geliyor, Aylin’e bulaşmamak için yine homurdanarak geri dönüyordu. Hastalar keman dinletisindeki gibi uçtular yine. Bu kez Aylin’in tuvaline kondular. Dört kuş çizdi Aylin. Rengârenk bulutların üstüne kondurdu hepsini. Her biri bir bulutun üstünde şarkı söylüyordu. Gökyüzünden rengârenk notalar yağdırdı. Aşağıda çocuklukları topladı notaları. Uç uca geçirip boyunlarına astılar. Ve tüm bunları bir köşeden, ayakta izledi hepsi. Resmi bitirene kadar bir tek Mehmet Bey ayırmadı gözünü Aylin’in üzerinden. 

Allah’ım sesimi duysun artık lütfen. Yardım et bana. Çok özledim, çok bekledim seni.

Aylin resmi tek tek hepsine gösterip, büyük bir mutlulukla anlattı. Sıra Mehmet Bey’e geldiğinde, gözleri doldu. İyiye gittiğini biliyordu ama bari şu son gün, keşke bir tepki verebilseydi. Resmi anlatırken, Mehmet Bey ağlamaya başladı. Belli belirsiz konuşmaya çalıştı. Aylin elini tuttu. 

“Yapabilirsiniz hadi!”

İkisinin de kalp sesi yayıldı odaya. Ve sonunda…

“Şü- Şük-ran, iyi- iyi ki geldin.” 

On sene önce kaybettiği büyük aşkı Şükran’ın hayali, Aylin’in suretinde hayat bulmuştu uzun zamandır. Ve buna tutunup yeniden hayata dönmüştü Mehmet Bey.

Gözlerinin içi gülüyordu hepsinin. Mutluluklarını, zar zor söyleyebildikleri kelimelerle anlatmaya çalıştılar. Yetmedi. Aylin hepsine sımsıkı sarıldı. Kalpleri birbirine değdi, öyle anlaştılar.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi