Yolculuğa Çıkmış Düşünceler Üzerine

Yolculuğa Çıkmış Düşünceler Üzerine

Hikaye: Şeyma Yol Kara

Hiç gelmeyeceğini bildiğim bir treni bekler gibi bekledim onu. Şimdi ise ondan kaçmak için bir tren bekliyorum. Kalabalık kentlerden geçen gürültülü demir yığını iyice yaklaşıyor. Solgun yüzümdeki uğursuz çillerimi rüzgarıyla uçuracak kadar yaklaşıyor. Bacadan savrulan ve kömür kokan dumanlar, bana yüzleri siyaha boyanmış etten kemikten insanları anımsatıyor.   

Adımın Mary Anne olduğunu unutuyorum trene binerken. Bütün benliklerimden, kimliklerimden, isimlerimden sıyrılıyorum. Geçmişimi, umutsuz aşkımı ve insanların bana taktığı bütün adları, eril kaygılarla kutsanmış on sekizinci yüzyıl Londra’sında bırakıyorum. Sonunda trenin çanını duyuyorum uğuldayan kulaklarımla. Tahta valizimi yerine kaldırıp oturuyorum koltuğa. Kabarık eteklerimi toplama gereği duymuyorum. İstasyonda şapkasına çiçek takmış bir kadın, başını hiç kaldırmadan yürüyor. Bir dilenci elini açıyor, bir çocuk koşuyor, bir adam bana bakıyor. Yerimden doğrulup “Kapılar kapansın, kapatın kapıları lütfen,” diye bağırıyorum. Önümde görünmez bir cam var sanki. Sesim cama çarpıp bana geri dönüyor, adam trene biniyor. Başımı çeviriyorum, yüzünü görüyorum. Gözlerimi kapatıyorum, sesini işitiyorum. “Git,” diyorum sessizce. “Beni rahat bırak George.” Sesim yine cama çarpıyor ama bu defa geri dönmüyor. Havada, kompartımanın tam da ortasında bir yerlerde asılı kalıyor. “Olmaz. Unuttun mu ben seninle varım. Sen yoksan yokum.” Bunu duymak beni hem şaşırtıyor hem de yaralıyor. Neler söyleyeceğini biliyorum. Aklını, kalbini okuyorum sanki. Omuzuna yaslanıp dağlar ve nehirler boyunca ağlamak istiyorum. 

Yanımda oturan adamı çok iyi tanıyorum. Waldo’yu tanıdığım gibi değil kendimden bile daha iyi tanıyorum. Pencereyi tırmalayan yağmur bir varoluş masalına dönüşüyor zihnimde. Nefes almayan malikanelerin olduğu yaşlı bir kasabadan geçiyoruz. “Aşık olmakla yetinmemen gerekiyordu Mary Anne. Yetişmen gerekiyor, tutunman gerekiyor. Ölmeden önce daha çok yaşaman gerekiyor.” “Yaşamak nedir ki?” diyorum, “Ölüme doğru giden bir tren değil mi?” Şapkasını çıkarıp önüne koyuyor. Yüzündeki çilleri daha belirgin görüyorum şimdi. “Çok çirkinsin George.” Gözleri doluyor, alaylı bir gülümseme beliriyor dudaklarında. O sırada Paris köylüsüne benzeyen bir adam biletime bakıyor. Sadece erkeklerin yapabildiği önemli bir işi yapıyormuş gibi kibirle geri veriyor bileti. Mary Anne Evans yazan biletim elimden kayıp yere düşüyor. Adam kompartımandan çıkıyor. İngiltere’nin tüm sabahları kadar lacivert kadife perdeyi usulca çekiyorum. Loş bir otel odasına dönüşüyor ruhsuz kompartıman. George hâlâ gülümsüyor. Kahverengi ceketi ve gömleğinin yakasına iliştirdiği fulara takılıyor gözüm. “İnce bir zevkin varmış,” diyorum. “Çok çabuk unutuyorsun Mary Anne. Bunlar hep senin eserin.”

 Yirmi beş yıldır, evet kadınlığımın bağımsızlığını ilan ettiği o günlerden beri sevdiğim tek adamdı George Henry Lewes. “Asla tam olarak senin olmadı kabul et. Ama seni, sen yaptı.” Diyor George. “İşte bu yüzden ben artık ben olmaktan vazgeçmeliyim.” İnce ama kemikli ellerini birbirine kavuşturuyor. Söylediklerimi anladığından emin değilim. Pencereden görünmeyen, sisli bir kente bakıyor. Bedensiz ruhumla yaslıyorum başımı omzuna. “Yalnız ve yaşlı gecelerin birinde aşksız ölmek istemiyorum.” Yüzünün çirkinliğiyle gözlerinin parlaklığının nasıl bir tezat oluşturduğunu fark ediyorum. Daha fazla bakamıyorum yüzüne ve uyumaktan korktuğum bir uykuya dalıyorum. 

Büyük bir saatin havada asılı gibi durduğu bir istasyondayız. Art arda vurulan çan, beni kendime getiriyor. Ona yenilmek istemiyorum. Kendimden ürküyorum ona bakınca. İstasyonu göstererek, “Hadi George in artık. Özgürsün, gitmelisin.” diyorum. Başını her zaman yaptığı sola çeviriyor ve biçimsiz kaşlarını yukarı kaldırıyor. “Hiçbir yere gitmiyorum. Seninle kalacağım. Görmediğin rüyalara inanmana gerek yok artık.” Son çan da çalıyor, çınlıyor istasyon. Sesimi yükseltiyorum. “Git. Artık sana ihtiyacım yok.” Küstahça bana bakıyor. Koridordan elinde sepetle bir köylü geçiyor. Kabarık kollu gri elbiseli bir kadın bize doğru bakıyor. O,  gelip geçenlerin tuhaf bakışlarına aldırmadan bağırıyor. “Bana her zamankinden daha çok ihtiyacın var.” Yavaşça kapanan kapıdan giren rüzgâr, trenin kalktığını haber veriyor. Çürümüş bir elma kokusu yayılıyor kompartımana. Zenginlere duyulan minnet ile fakirlere duyulan tiksintinin arasında sıkışıyorum. “Kadınların soluğunu daraltan o korselerden giymek zorunda olmadığın için çok şanslısın George.” Diyorum. “Sen de giymek zorunda değilsin bence. Bunu da başarabilirsin.” İkimiz de çocuk günlerimdeki gibi gülüyoruz. “Gerçeğimiz bu. Korkarım ki bizi bu gerçekler mahvedecek.” “Gerçeğin önemi yok Mary Anne, insanlar her zaman istedikleri şeylere inanır.” George, çantasından kalemini ve parşömenlerini çıkarıp önüme koyuyor. Şapkasını usulca, kızıla çalan saçlarının üzerine yerleştiriyor. “Hadi artık, bedensiz ruhunla başla Mary Anne Evans. Düşlerinin peşinden koşmak için asla yaşlı değilsin ve zaman asla geç değil. Unutma ben doyumsuzluğun kapanına kısılmış insanlara karşı yaratılmış bir gölgeyim. Asıl olan yalnız sensin.”  

Yazımı özenle yazıp bitiriyorum. Ama onun özenle sakladığım hatırasını nasıl unutacağımı bilmiyorum. Gelecekteki yalnız, yaşlı ve gururlu gecelerimi düşünmeden edemiyorum. Parşömenlerin altına hem çok sevdiğim hem de yok etmek istediğim imzamı eklerken yutkunuyorum. Sağ alta George Eliot yazıp imzamı atarken kağıt kesiği olan parmağım sızlıyor. Arkama yaslanıp kendimi doyumsuz bir bekleyişin kucağına bırakıyorum. Yazmak, hayatı çekilir kılıyor. 

 

*George Eliot, kadınların sadece erkeklerin gölgesinde var olabildikleri bir dönemde kendisine defalarca ihanet eden sevgilisinin adının yanına ‘Eliot’ soyadını ekleyerek oluşturduğu mahlasla yazılarının yayınlanmasını sağlayan direnişçi bir kadındır. Gerçek adı, Mariane Evans’tır. Saygıyla…

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi