Dilin Kemiği
Hikaye: Mus’ab Atıcı
“Konuşabilmek ile konuşmayı bilmek arasında büyük bir fark vardır.
Mesela çoğu insan ikincisini bilmez.”
Cemal SÜREYA
Küçük dağları yaratmışçasına duran, herkese ve her şeye üstten bakan bu kerli ferli adam sinirlerini bozmaya yetmişti. Daha nizamiye kapısından girişini gördüğü o ilk anda hoşlanmamıştı bu adamdan. Ama vazifeydi işte, Onu gülümseyerek karşıladı kapıda. Ne de olsa misafirperverlik mayasında vardı. Kısa bir tanışma merasiminden sonra -ki birbirlerini gayet iyi tanıyorlardı – hemen işe koyulmak gereği hissetmişti misafiri. Gelen Maliye Bakanıydı. Görev net ve belliydi; genel teftiş.
Girdiği çıktığı odalarda hararetle konuşan bu adam, teftişten daha çok çocuk azarlar gibi personeli azarlamaya gelmişti sanki. O kadar ki personele yönettiği sorunun cevabını bile beklemeden karşısında yaprak gibi titreyen memurları tenkit ediyordu. Üstelik korkudan kimse de bu tavırdan şikâyetçi olamıyordu. Olup bitene ve insanlara hep üstten bakması da zaten bu sebeptendi. Kısa bir bina turundan sonra tüm personelin “ivedilikle” toplantı salonunda olmasını istemişti. Bu adamların en sevdiği kelime buydu “ivedilikle”. Malum böyle çokbilmiş tavırlar içinde konuşmak, insanlar üzerinde hegemonya kurmak için bir yöntemdi. Ve bu yöntemi bir silah gibi kullanmak bu adamların en vazgeçilmez eğlencesiydi.
Personelin toplanmasını beklerken birer kahve içmek için Müdürlük makamına geçtiler. Kısa ve neredeyse tek kelimelik bir muhabbet oluyordu aralarında. Bir ara Bakan Bey küçük not kâğıtlarından birini eline aldı ve yazanı okuduktan sonra alaycı bir ifadeyle “ Müdür bey nedir bu?“ diye sordu. Müdür bey tavrını hiç bozmadan cevap verdi “ Efendim malumunuz ben şiirle ilgileniyorum. Yazdığım şiirden bir kısım o okuduğunuz.” Bakan Bey memnuniyetsiz bir tavırla elinde tuttuğu kâğıdı masanın üstüne gelişi güzel bıraktı. “Sayın Müdürüm, bırakın böyle farazi uğraşları da daha gerçekçi şeylerle ilgilenin. Size tavsiyemdir. ” Bakanın bu hareketiyle şok geçirmişti. Soğukkanlılığı korumaya çalışırken, anlıyorum mukabilinde başını salladı. Tüm gayretiyle Bakanın yüzüne bakmamaya çalıştı. Bu arada Bakan Bey konuşmaya devam ediyordu. Mevzuatla ilgili birçok şeyden bahsetti. Az önceki olayın etkisinden çıkamadığı için tek bir cümlesini bile anlamamıştı konuşmanın. Çok geçmeden kapının tıklanması kurtuluşunun habercisi oldu. Kurumun çay ocağına bakan görevlisi, personelin salonda toplandığını söylemek için gelmişti. Bakan Bey toplantı salonuna giden uzun koridora doğru yönelmişti ki kendisi masasının üzerinde duran az önceki not kâğıdını eline aldı. Oysa özene bezene yazmıştı bu mısraları ve hatta öylesine keyiflenmişti ki ilk okumasında, çayın yanına sigara yakıp defalarca okumuştu.
Makamdan çıkıp toplantı salonuna giden koridora doğru yöneldiklerinde kâğıtta yazan mısraları yeniden mırıldandı kendi kendine.
“Bir gün aklına gelecek olursam,
Bana bir şiir ısmarla.
Eylülü konuşalım…”
Nihayet başlamıştı toplantı. En önde, tam ortada, yeri hazırdı. Kendini bildi bileli protokolü hiç sevememişti. Protokolde koltuğa her oturuşunda evde ayaklarını uzatarak oturduğu koltuğu inceden bir yâd ediyordu. Ama vazife bu, kabul edilmişti bir kere. Gerekleri vardı, yapılmalıydı. İşte bu koltuk da bu salondaki kasvet verici toplantı da işinin bir parçasıydı. Bakan Bey konuşma için kürsüye yönelince adeta kaçar gibi en arka köşede almıştı soluğu.
Bu bitmek bilmeyen konuşma ruhunu o denli kasvete boğmuştu ki her halinden huzursuz olduğu belliydi. Yakın mesai arkadaşları da bu durumun farkındalardı üstelik. Kısa süre sonra yine arka koltuklarda oturan güleç yüzlü yeni stajyerlerden biri yaklaşarak. “ Müdürüm iyi misiniz? Su getirmemi ister misiniz? ” diye sordu. Stajyer cevap bekledi ama O gözünü bir an olsun kürsüde konuşma yapan Bakan’dan ayırmıyordu. Besbelli onun her kelimesi asabını bozuyor ve sinirleniyordu. Üstelik bu sinir anbean yüzüne yansıyordu. Yüzünün değişen haritası artık öylesine okunabilir bir hal almıştı ki çalışma arkadaşları Onun bu halini belki de ilk defa şahit oluyorlardı. Stajyer çocuk bir müddet daha bekledikten sonra gerisin geriye yerine oturdu. Çünkü sorduğu soruyu birkaç defa tekrarlamasına rağmen cevap alamamıştı müdüründen.
Bir müddet sonra konuşma bittiğinde tüm personel bezgin bir tavırla yerlerinden kalkıp odalarına işlerinin başlarına döndüler. Yeniden Bakanın yanına giderek geri kalan teftişin tamamlanması gerektiği fikri Onu delirme noktasına getiriyordu. Elinde buruşturduğu kâğıdı sıkarak yanına geldi. Bıraktıkları yerden odaları tek tek gezdiler. Kapalı açık ne kadar oda varsa hepsi gezildi. Bakana bir tek gönül kapısını açmamıştı. Sıra arşiv odasına geldiğinde Bakan memnun gözlerle arşivi gezdi. Hatta bir ara şaka bile yaptı. Bu memnuniyet bile içinde biriken hırsı dindiremiyordu. Elinde ki buruş buruş kâğıdı biraz daha sert sıktı. Tahammül sınırlarının sonuna geldiğinin farkında olarak zar zor dudağının kenarıyla gülümsedi.
Ve nihayet son oda ve son evrakların kontrolünden sonra Bakan, Bakan korumaları, Şube Müdürleri ve kendisi binanın çıkışına doğru ilerlediler. Artık bu kasvetli gün, geçmeyen saatler, bu ruhuna azap veren durum bitmişti. İçten içe seviniyordu. Ama elinde sıkı sıkı tuttuğu not kâğıdı sanki kalbinin üzerine bir ağırlık olup çökmüş gibiydi.
Ayrılık vakti gelmişti. Bakanın yapmacık ama samimi olma cabası içinde kendine uzattığı eli sırf havada kalmasın diye belli belirsiz sıktı. Ayaküstü kısacık bir konuşmadan sonra yangının fitilini ateşleyen son cümle döküldü Bakanın ağzından “ Tebrik ederim Cemalettin Bey. Kurumunuzu genel olarak kirli bekliyordum ama gayet temiz gördüm.” Bu cümle ile bardaktaki son damlanın taşmıştı. Üstelik dilin kemiği de yoktu. Kendiyle beraber Bakanı kapıya kadar uğurlamaya gelenlere hiç aldırış etmeyen Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürü vazifesini yürüten aynı zamanda şair ve yazar olan Cemal Süreya, elinde buruş buruş olan kâğıdı düzgünce ve sakin bir şekilde Bakanın gözlerin önünde katlayıp gömleğinin cebine koyarken, Ona unutamayacağı bir cevap verdi.
“Evet Sayın Bakanım kurumumuz birkaç saat öncesine kadar gayet temizdi.”
Hikaye: Mus’ab Atıcı