Masum Değiliz, Evet, Hiçbirimiz
Hikaye: İsmail Kaynar
Fotoğraf: Yaroslav Shuraev
Kan ter içinde uykularından uyanıyorsan eğer her gece…
…her gece kan ter içinde uyanıyorum uykumdan, gece mi onu da bilemiyorum aslında, sırılsıklam olmuşum, ter mi gözyaşı mı yoksa her ikisi birden mi, gördüğüm bütün rüyalar hep işkence, belki de gerçek, öyle karıştı ki birbirine, demir çubuklarla dövüyorlar beni, uçları çıplak kabloları gezdiriyorlar bütün vücudumda, tabanlarım falakadan şişmiş, gözlerim hep bağlı, ellerim arkadan kelepçeli, sürekli yarı çıplak haldeyim, ışığı en son ne zaman gördüm hatırlamıyorum, sanırım hiç var olmadı ışık, siyahın içinde yoğrulmuş kesif bir bedenden ibaretim sanki korku ve belirsizlik yaşadığım boyutun tek hakikati, ama karanlık artık korktuğum tek şey değil, asıl korktuğum karanlığın içinden çıkıp gelen insansı canavarlar, yüzleri yok, sesleri hep küfür ve hakaret, elleri pençe pençe, ne istiyorlar bilmiyorum, sürekli sorular, cevabını bilmediğim sorular, bilsem de bir şey değişmeyecek zaten, bu işkenceler bir noktadan sonra zevk için yapılmaya başlandı, bunu kavradıktan sonra hayata dair umutlarımı hepten kaybettim, belirsizlik de çıldırtıyor insanı, vakit kavramı hepten silindi beynimden, etraf sessizleştiğinde anlıyorum ki gece olmuş, işkenceye ara verilmiş, diğer odalardan gelen çığlıklar inlemelere dönüşmüş, kaç kişi var ki benim gibi burada, kaç zamandır buradayım, hiçbiri net değil, sadece hücrenin sıcaklığındaki değişimden kavrayabiliyorum bazı şeyleri, önce çok sıcak günler geçti, sonra serin, sonra çok soğuk, donduran, titreten günler geçti, sonra yeniden ısınmaya başladı, şimdi tekrar çok sıcak, galiba dört mevsimdir buradayım, dört mevsim eziyet, dört bin mevsim işkence, dört milyon mevsim ölememek…
Yalnızlık sevgili gibi boylu boyunca uzanıyorsa koynuna…
…yalnızlığın koynuna uzanıyorum boylu boyunca, kollarımı kendime sarıyorum, kimseye ait olmayan ruhlar geziniyor etrafımda, ışığın değmediği her köşeden gulyabaniler çıkıp gelecek ve yeniden o karanlık günlere geri döneceğim korkusuyla iki büklüm oluyorum, kapatmıyorum ışıkları, ama ne yapsam ışıksız yaşadığım bir buçuk senenin izleri silinmiyor bir türlü, şimdi tek kişilik hücremde daha mutluyum, insan bir hücreye atıldığına ne kadar mutlu olabilirse, o kadar, işkence yok en azından, tesellinin böylesi de, küfürler yok, ardı arkası kesilmeyen cevapsız sorular yok, insan benliğini körelten aşağılamalar yok, sadece soğuk yüzler, asık ve ifadesiz yüzler, yemek getiren, sayım yapan, ayağa kalk diyen, her gün değişen ama aslında hep aynı olan yüzler, takılmıyorum bunlara, zamanı biliyorum artık çok şükür, beş vaktin üstüne beş bin vakit ekleyerek, her anımı, yalnızlığımı, kimsesizliğimi şikayet ettiğim tek makama yöneliyorum, şikayet mi, hayır, belki naz…
Olur olmaz yere ıslanıyorsa kirpiklerin artık her şeye…
…kirpiklerim olur olmaz yere ıslanıyor, ama bu kez sevinçten, çoklu koğuştayım artık, tek başına geçirdiğim sekiz aydan sonra ilk defa ikiden fazla insan görüyorum, kaç kişi var burada, ne kadar kalabalığız, ne kadar iyi, insan sesini ne çok özlemişim, dostça bakan, dostça gülen, sevecen tavırlara ne kadar da hasret kalmışım meğer, konuşuyorlar, konuşturuyorlar, anlattırıyorlar, sonra ağlıyorlar, ben de ağlıyorum, son iki senemde sadece beden ağrılarımdan dolayı ağladığım için gerçek ve samimi ağlamaları özlemişim, ağlıyoruz ve ağlaşıyoruz birlikte, ağlayamayan herkesin yerine kefaret olarak biz ağlıyoruz burada, hem birlikte el açıp birlikte yakarışlarımız öyle birikiyor ki avuçlarımızda dünyanın bütün mazlumlarına dağıtsak yine de eksilmeyecek gibi, öyle çoğuz, öyle çoğalıyoruz ki…
Anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan…
…annemi daha çok anımsıyorum artık, yüzünü göremediğim onca günden sonra silinen bütün hatıralar onun yüzüyle geri geliyor, anımsıyorum ve mutlu oluyorum, bedenimde öldürdükleri her zerreye inat daha çok büyüyen, daha çok kemikleşen hislerim var, şefkatim, vicdanım, merhametim var, annemi gördükçe daha sık ayrımsıyorum, iki buçuk yıl sonra ilk defa açık görüşte sarıldığım o şefkatli kollar beni daima ayakta tutmuş bunu daha iyi anlıyorum şimdi…
Kalbini bir mektup gibi buruşturulup fırlatılmış…
…buruşturulup fırlatılıyor sanırım yazdığım mektuplar, bu ellinci oldu, elli mektup ve hiçbiri ulaşmamış eşime, soruyorum, cevap verilmiyor, her gün inatla, hayır, inat değil, büyük bir şevkle daha uzun daha çok sayfalı mektuplar yazıyorum, kalbimi koyuyorum satırların arasına, buruşturulup atılıyor sanırım kağıtlarla birlikte, oysa onunla aramda birkaç koğuş var, bağırsam belki duyacak, uzun zaman görüşlere gelmeyince bir şeyler olduğunu anlamıştım, benden saklamışlar, haftalardır buradaymış meğer, hemen yakınımda, ama ne kadar da uzak bir yakınlık, göremiyorum onu, görüştürmüyorlar, hasta olmak istiyorum bu yüzden, hasta olayım, revir için dilekçe yazayım, bir hafta içinde beni doktora götürürlerse eğer onun koğuşunun önünden geçerken onu da bir sebeple çıkarırlar ve ben de görürüm böylece, bir ihtimal, sevgimizi ve özlemimizi ihtimallerin sırtına yüklemişiz, belki görürüm iyi olduğunu, belki sesini duyarım, bunun hayalini kuruyorum hep, revir dilekçem de sanki kör kuyuya atılmış taş gibi, on beş gün oldu, cevap yok…
Kendini kimsesiz ve erken unutulmuş hissediyorsan…
…kimsesizim ve unutulmuşum, adım var, soyadım var, memleketimi söylüyorum, doğum tarihimi biraz düşününce ancak hatırlıyorum, hayır, bahsi geçen suçu işlemedim, hem ne ara suç oldu ki bu, dünya değişti mi, bir öğrencinin okuması için maddi destek verdim mi, verdim elbette, öğretmenim ben, hem daha fazlasını verdim, vaktimi, şefkatimi, ömrümü verdim, suçsa bana geri verin hepsini, kendimi benliğimi geri verin, ama benliğim yok gibi, bunca varlık içinde, bitmeyen, her gün büyüyen, devasa bir gönül yorgunluğu taşıyorum sırtımda, idrak edilmesi çok zor şeyler yaşadım, inanması ondan daha da zor, geçelim mi bunları, geçelim tamam, ama siz geçelim deyince geçmiyor, geçivermiyor sayın başkan, içinde sıkıştığım cendereden çıkamıyorum, havsalam almıyor bu zalimliği, soğuk adliye duvarlarının içinde duvardan daha sağır kulaklara anlatmaya çalışıyorum suçsuzluğumu, anlamıyorlar, dinlemiyorlar, umursamıyorlar, bunu fark ettikten sonra çaresizce çöküyorum yerime, benimle birlikte adaletin mülkü de çöküyor temeli de çöküyor, gözler kaçırılıyor, görülmek ve duyulmak istenmiyorum, hakikat çünkü paslı vicdanların eklemlerini gıcırdatıyor, benim çığlıklarıma karşı sağır olanlar birbirlerinin fısıltısını dinliyor, sonra ayağa kalkış, ardından karar, tutukluluğunun devamına, beni evime götürün diyorum elinde kelepçeyle bekleyen yeşil gözlü gence, bugün kuru fasulye var akşam yemeğinde, kadir’im bana ayırmıştır…
İçindeki çocuğa sarıl, sana insanı anlatır…
…sarılıyorum içimdeki çocuğa, sonra çocukluğuma, sonra kendi çocuklarıma, sonra kapıdan çıkış, sonra kimliğim ve eşyalarım teslim ediliyor, hayır, onlar daha önceydi, şaşkınlıktan olayların sırasını karıştırıyorum, manzaralar değişiyor çevremde, dokuz metre duvarlar, kuleler, kulede çapraz tutuşlu nöbetçiler, düdük sesleri, dev bir demir kapı, açılırken yaşaran gözlerim, eşikten atlarken titreyen ayaklarım, uzun ve uzak bir yol, yolun sonunda sallanan eller, çığlıklar, çantamda bugün için ayırdığım seccade, beton üstünde iki rekatlık şükür, bana doğru koşan oğlum, heyecandan yerinden kıpırdayamayan kızım, boynuma sarılın sekiz yaşında kollar, yürüyemeyen ben, konuşamayan eşim, ağlaşan kardeşlerim, uzun sarılmalar, uzun çok uzun gelen ıslak bakışmalar, sonsuz bir an, sonsuz gibi gelen buruk ve mahcup bir mutluluk, nihayet bir cümle, geçmiş olsun, geçmiş mi, ne güzel temenni, ama geçmiş olmuyor, olmamalı, doğrusu bu değil gibi geliyor, bitmiş olsun, en doğrusu bu, bitsin ve buruk bireysel sevincimiz umumi olsun, herkes insanı hatırlasın, insanlığını hatırlasın, dallarımıza su yürüsün, çiçeklerimiz nefretin ayakları altında ezilmesin, baharın adı özgürlük olsun, yazın adı hürriyet, bütün kapılar açılsın, bütün kulaklar aynı şeyi duysun benim gibi, tahliyesine, hayır, yetmez ki, beraatine…
Eller günahkâr, diller günahkâr…
…bu diller nasıl bu kadar kolay günah işleyebiliyor, bu yalanlar, bu iftiralar nerede pişiriliyor, ekranlar kin ve nefret saçıyor, öyle kirletiyorlar ki evreni bir kelimesi bir insan ömrünü heba etmeye yetecek, yazık, üzüntü ve hayretle bakıyorum olanlara, öfkeyle kapatıyorum ekranı, yürümek istiyorum, ilk çıktığımda yaptığım gibi saatlerce hedefsiz yürümek, bildiğim sokaklardan geçiyorum, şu palmiyenin altı eşimle ilk buluştuğumuz yer, az ilerde birlikte çay içtiğimiz pastane, aşağıdaki okulun duvarında kızımı yürütürdüm, üç yaşındaydı, caddenin sonunda her zaman gittiğimiz lokanta, arka sokakta bir eczane, acı hatıraların merkezi, siyah bir minibüsü hatırlıyorum, arkamdan itildiğimi, minibüsün kapısından dövülerek sokulduğumu, başıma geçirilen çuvalı,ellerimin arkadan bağlanışını bir meçhule giden uzun yolculuğu, sinirlerim geriliyor yine, yolumu değiştiriyorum, çarşıda dükkanlar, son altı ayda pek çoğuna uğradım iş bakmak için, yoktu, bir çoğunda sadece bana yoktu iş, bunu doğrudan söyleyemiyorlar, seni pazartesi arayacağım diyenler aylardır aramıyor, olsun, ümidimi kaybetmedim daha, bunca yaşananlardan sonra yakışır mı ümitsizlik…
Bir çağ yangını bu, bütün dünya günahkâr…
…bir çağ yangını çıkarılmış sanki, hayatı felç eden ateşler sarmış dört bucağı, dumanından göz gözü görmüyor, ama farkında değil kimse, hayır, aslında kimse farkında olmak istemiyor, adaletsizliği görüp duyarsız kalmanın ağırlığını taşımamak için duymak ve görmek istemiyorlar olanları, sadece burada mı, asla, uluslararası hukuka yaptığım başvurular da cevapsız, kör ve sağırlar, bekliyorlar, bekletiyorlar, ben de bekliyorum, pazarda patates ve fasulye satarken hep bunları düşünüyorum, tartarken fazladan bir avuç koymama şaşırıyorlar, denge benden yana değil senden yana olsun istiyorum, anlamıyorlar, anlatamıyorum, rahat batıyor bana, hala bilinmez karanlıklarda işkence görenler varken, hala tek kişilik hücrelerde tecrit edilmişler varken, hala on kişilik koğuşlarda otuz kişi kalanlar varken ben burada özgürce rahatıma bakayım, olamıyor, gözlemliyorum ve hayal ediyorum, bütün bu ifritten günler nasıl bitecek, zor, topyekûn bir nedamet ister, ninovalılar gibi, küçük büyük, genç yaşlı, kadın erkek herkes, evlerinden çıkıp meydanlara akmalı, çıkamayanlar pencerelerden balkonlardan katılmalı, toplanıp hep birlikte el açıp hançeremizi yırtarcasına hatamızı günahımızı göklere haykırmalıyız…
Masum değiliz,
Hiçbirimiz…
Hikaye: İsmail Kaynar