Gülce

Gülce

Hikaye: Mu’sab Atıcı

Fotoğraf: Elizabeth Zernestka

Bahar dallarında yenice çiçeğe durmuştu gençliğim. Zaman, “yaza daha çok var” der gibi savurup saçını geçiyordu mahallemizden. Çocukluğun masumiyetinden sıyrılıp ilk gençliğimin kollarına bırakıyordum kendimi. Zaman daha hızlı geçiyor, sesim kalınlaşıyor, mahalleden arkadaşlar anlamıyordu içimde dönüp duran hırçın döngüyü. Kalabalık ortasında yalnız başıma kalmış gibi gittikçe sessizleştim. Kitaplara döndü yüzüm. Devrik cümlelerde hayatın düzgün yollarını buldum. Cemil Meriç’in söylediği gibi “insanlar kıyıcıydı” onlardan kaçtım, kitaplarda soluklandım. Bir gün Bekiroğlu çaldı kapımı “isimle ateş arasında” kaldım. İsimlerde aradım esrarı, Mansur gibi düştüm belaya. Nihade’nin buhur dükkânında filbahri kokularıyla kaybettim yolumu. Bir vakit Orhan Veli ile kesişti yolum. Süleyman Efendi’nin bahtına üzüldüm. Yedi adam geldi durdu bir müddet yanımda. İyi güzel insanlardı ama sarp dağlarda açan koklanması zor çiçekler gibiydiler. Sabret dedi hayat, bu çiçekler için de elbet zaman gelecek. Sonra ardı sıra geldi edebiyatın sarıp sarmalayan kolları. Edipler, Cemaller, Sezailer. Niceleri… 

Çocuktum, genç olmak nedir daha bilmiyordum. Zaman peşi sıra sürükledi beni, kitapları ve mevsimleri. Okudum, uzaklaştım hayattan. Okudum içime kapandım. Bir münzevi yalnızlığa düştüm durduk yere. Oysa her yer pırıl pırıldı. Dedim ya bahar dallarında yenice çiçeğe durmuştu gençliğim. 

Meğer unutmak mümkün değilmiş bazı kokuları ve sahneleri. Bir Eylül günü amaçsızca gezilen bir sahafın raflarının önünde öğrendim gerçeğimi. Bir beyaz kâğıda özene bezene yazılmış bir şiirin ilk dörtlüğü duruyordu duvarda.

“Uçurumun kenarındayım Hızır 

Ulu dilber kalesi burcunda

Muhteşem belaya nazır

Topuklarım boşluğun avcunda”

Meğer dizeler de dizilirmiş insanın boğazına. Çünkü ekmek gibi su gibi mübarekmiş onlar da.  Bittiğinde dönüp birkaç defa daha okudum. Boşluğa bir mihenk taşı diker gibi fısıldadım adını birkaç defa “Gülce”. 

“Gülce” ne eşsiz kelime? Günlerce mecnun etti beni. Ben çocukluktan gençliğe geçmeyi beklerken bir şiirin içinde büyük bir adam oluverdim. O gün karar verdim buna. O gün söz verdim hayata. Yaşım on yedi. Belediyenin özene bezene yaptığı canım parkının yer yer karalanmış, kırılmış, yakılmış bir bankında elimdeki şiir kitabı biterken karar verdim, kızım olursa adını Gülce koyacağım diye. 

Bugün şiiri ilk okuduğumda geldiğim yaştayım. Gülce’m dört yaşında. Adı şiir yüzü şiir…  Bugün kendi başına adını bile yazmış. Onunla aramızda mesafeler var. Hani şu tabelalarda yazan sevimsiz sayılar cinsinden. Mevzuatın ve bürokrasinin dayattığı mesafeler. Ama bitecek biliyorum. Hem bugüne kadar hangi gecenin sabahında güneş aydınlatmadı ki penceremizden girip odalarımızı? Belki de şiirin cilvesidir diyerek sabrıma sabır katarak bekleyeceğim o sabahın gün doğumunu.

“Güzelliğin zulme çaldığı sınır.

Başım döner, beynim bulanır.

El etmez,

Gel etmez,

Gülce’m uzaktan dolanır.”

 

Hikaye: Mus’ab Atıcı

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi