Haz

Haz

Hikaye: Kseyne Nuran Gülesin

Fotoğraf: Orthosved

‘’İnişler, Çıkışlar
Mücadele, Yorgunluk
Yok oluş, Var oluş
Dinginlik, İç huzur
Yeniden diriliş
Ve
ÖZGÜRLÜK’’

Spotify’de Beethoven’ın Moonlight Sonatası çalıyordu. Abajurun soluk ışığı açıktı sadece, salondaki berjere gömülmüştü adeta. Nefes almaya ihtiyacım var diye düşündü, evin duvarları üstüne üstüne geliyordu. Halbuki güzel bir evde yaşıyordu, birçok insanın yaşamayı isteyeceği kadar güzel. Yine de atmak istiyordu işte, çıkıp gitmek bu evden, her şeyden… Ayakkabılarını hızla giydi. Attı kendini sokağa, yürüdü, yürüdü, yürüdü… 

“Hava öyle güzel ki! Yerdeki papatyalara, karıncalara basmamaya çalışıyorum. Aklım sıra; doğaya, tüm canlılara saygı. Sahi bugüne kadar aklın neredeydi! Özgürce yaşamaktı tek derdin! Haklarına girdiğin onca canlının hakları var mıydı zihninin bir tarafında? Ah bir de üzerimize taktığımız mükemmeliyet, kibir maskeleri, kendi hatalarımızın sorumluluğunu, tüm öfkemizi başkasının üstüne kusmalar! Iyyy! Tiksindiniz mi? Hepimiz böyleyiz işte, içimiz dışımıza, dışımız içimize bir çevrilse de görsek gerçek hallerimizi, kendim de dahil…

Bir türlü söyleyemediğimiz gerçekler; hissettiklerimizin nasıl bizi şişirdiğini, hatta hazmedemeyip gaz yaptığını, öyle böyle değil atom bombası etkisinde bıraktığını… Güler misin ağlar mısın? Efendimiz haline getirdiğimiz bahaneler, bahaneler. Tıka basa, tıksırıncaya kadar beslendiğimiz hatta israf ettiğimiz şikâyetler, delilleriyle etrafımıza cânıgönülden inanarak sunduğumuz ve en iyi oyunculara taş çıkartırcasına oynadığımız aslında dibine kadar memnun olduğumuz kurban rollerimiz, en masumumuz olan yavrularımızı bile isteye hatta zorla kendimize benzetmemiz! 

Sorumluluğu üzerimizde olan yanı başımızdaki sevdiklerimizin ihtiyaçları için çekmemiz gereken sancıyı başkalarında aramalarımız. Başkaları için yaptığımız sözde fedakârlıklarımız, gözlerimizin içine baka baka söylediğimiz herkesin bildiği ama sustuğu, uğraşmak istemediği yalanlarımız. Düzenim bozulmasın diye susmalarımız. Ha bir de kendimizi kutsallaştırmalarımız var o başlı başına ayrı derin bir konu! Ben yazarken yoruldum siz okurken yorulmadınız mı? Sahi nasıl geliyoruz tüm bunların üstesinden vallaha zor iş!


Ve kaçınılmaz son…

Aslında hepimiz çıkmak istemediğimiz, ömür boyu hapis yatmak istediğimiz, kendi hapishanemizi kendi ellerimizle inşa ediyoruz. Üstelik doğduğumuz an da anahtarı bize verilmiş, kilidi boynumuzda asılı, yaşadığımız an da saklı! Tam üstünde, kalp hizasında:
“BEKLENTİSİZ ÖYLECE, OLDUĞU(N) GİBİ SEV! DÜRÜST OL!” yazıyor, eğilip bakamıyoruz! 

Durdu derin bir iç çekti.  Dudakları titredi… Günümüz insanının hazcılık, benmerkezcilik ekolüne o da kapılmıştı! Başını gökyüzüne kaldırdı ne kadar da güzeldi. Masmavi güzellik hep oradaydı oysa dünyanın varoluşundan beri, yeni keşfediyordu sanki. 

Özgür olduğunu zannederken bir kukla gibi nasıl da oynatılmış, arzularının içine hapsedilmişti, yüzünü buruşturdu, kendinden tiksiniyordu, hiç sorgulamadan önüne sunulan her şeye evet demek, canı ne istiyorsa onu elde etmek, özgürlük müydü? Kölelik mi? Bugüne kadar böyle yaşamasına rağmen ruhu hâlâ açtı, doymuyordu, doymuyordu işte…

Bir türlü bitmiyordu istekleri, bit…mi… yor… du. Bazen durulmak istiyor engel olamıyordu. Onca yıl memnun olduğunu zannettiği hayatının içinde boğuluyor, şu koskoca dünya dar geliyordu sanki. Omuzlarında koca koca yükler vardı, kendi isteklerine ulaşma derdindeyken haklarına girdiği insanlar, hayvanlar, bitkiler… Gözünün önüne gelince dehşete düşüyordu. Kalbi sıkıştı, yürüyemedi daha fazla. Sendeledi bir an. Yakınındaki demir banka tutundu, zorlukla oturdu. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu, hafif rüzgâr saçlarını yalayıp geçti, oh biraz olsun rahatlamıştı. 

Bu serinliğin tatlı bir işvesi vardı. Hızla çarpan kalbinin sesini dinledi bir müddet; küt küt, küt.. küt… küt… küt……küt… Sakinleşti. İki güvercine ilişti gözü. Yerdeki buğdayları gagalarıyla didikliyor, heyecanla yemeye çalışıyorlardı. Yemek sofrası ihlâl edilenin kanatlarını çırpıp diğerini bir uzaklaştırışı vardı ki… Gülümsedi. Bak onların da kavgası var bu hayatta ama kinleri yoktu işte.  O biz insanlara mahsus(!) Öfke, kin, kızgınlık, çıkar, ikiyüzlülük, hırs, kıskançlık. 

Takıp çıkarttığımız maskeler var bir de. Olmadığımız ama olmuş gibi gösterdiğimiz maskeler… Yüzünü buruşturdu istemsizce. Bu yüzden yalnızlığı seçmişti belki de, yorulmuştu, çok yorgundu. İçinde bulunduğu mücadeleden. Kendinden sıkılır mı insan, sıkılmıştı işte. Kimim ben? Tanıdığımı zannettiğim, gerçekte olan ben kimim? Koca bir hiçsin, hem de koskoca bir hiç… Önünden geçen iki küçük kız çocuğunun tatlı kahkahaları sıyırdı tüm bu düşüncelerden. Masumiyetleri öyle tatlıydı ki, çocukluğundaki gibi saf ve temiz olmak tekrar mümkün müydü? Düştüğünde gözyaşlarını silen annesinin şefkatine sığınmanın güzelliğini tekrar yaşamak…

Uzun zamandır bu haldeydi işte. Çevresiyle olan mücadelesi bitmiş, kendisiyle olan savaşı başlamıştı. Kendi içinde çırpınıp duruyordu. Tabiri câizse bir mahkeme kurmuştu içine. Kendisini yargılıyordu ha bire. Hâkim kim? Avukat kim? Suçlu kim? Suçsuz kim? Belli değil! 

Faili belli olmayan bitmek bilmeyen bir mahkemeye daha nasıl dayanılır bilinmez. Tıpkı hazcılık gibi, girdiği bu savaşta içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu. Bunca yıl okuduğu, araştırdığı, öğrendiği birçok şeyin bir bir yıkıldığını görmek acı veriyor, içindeki bitmek bilmeyen bu savaştan sıyrılmak istiyordu. Yeniden ayağa kalkmaya ne kadar ihtiyacı vardı oysa, yalnızlığını gidermeye bir nebze vesile olacak gerçek bir dosta, riyâsız, çıkarsız, olduğu gibi görünen…

Var mıydı, kalmış mıydı yeryüzünde böyle bir dost? Yıllar önce vefat eden babasının 50 yıllık dostu Cemil Bey Amca geldi aklına. Babası vefat etmişti. Kadim dostu Cemil Bey Amca, Mahmut abisinin imzası ile babasının cenazesinde mezar yerini değiştirmiş, hemen sol yanına kendi mezar yerini, kendisinin yanına eşi, Nebile hanımın, babasının yanına da annesi için mezar yerini almıştı. Cemil Bey Amca, öldüğü gün, kardeşinden başkasının yanında olmak istemediğini söylemişti. Ağlamışlardı. Bir hafta boyunca, herkes çekildikten sonra evlerine gelmiş, tüm aileye moral verip gitmişti.  Babasının çok sevdiği mahallenin çocukları, şimdi kocaman olmuş gençleri, yardımcı olmak için etrafta koşturup duruyor, bir taraftan da Nurettin Dedelerine ağlıyorlardı. Tanıdığı tanımadığı bir sürü insan onun desteği ve yardımlarından bahsediyordu. Ne çok yüreğe dokunmuştu babası… 

Ah, babam! Ne güzeldin….

‘’Güzel insan’’deyince; Cemile Hanım Teyze düştü aklına. Sohbetlerine bayılırdık, tam bir Osmanlı kadınıydı. Özenle dikilmiş zarif kıyafetleri içinde ne güzel anlatırdı anılarını da, hiç ayrılmak istemezdik yanından. Sevincimizle sevinir, hüznümüzle hüzünlenirdi, hey gidi günler… Bir de Seval Teyzemiz vardı. Sabahın köründe kaç kez gelmiş dış kapının ağzında anneme: “ Bugün oğlanları okula gönderme olay çıkacak, benim oğlanlar konuşurken duydum.” der bizi uyarırdı. Annem abilerimi uyandırmaz, okula göndermezdi. O günün akşamına gerçekten haber gelirdi: “Okulda çıkan arbede de şu kadar kişi gözaltına alındı, yaralandı.’’ diye. Çok öldürülen olmuştu o sene. Anne babaların korkuyla yaşadıkları yıllar…

Seval Teyze giyinmeyi, süslenmeyi pek severdi. Mini eteği, uzun bakımlı saçları, makyajı hiç eksik olmazdı, öyle güzeldi ki. Annemin ise duru bir güzelliği vardı. Tam bir Anadolu kadını saf, temiz, fedakâr. Ah, nasıl da tertemiz, karşılıksızdı dostlukları. Fevzi Bey Amcanın ikinci evliliğiydi. Benim oğlanlar dediği; Fevzi Bey Amcanın çocuklarıydı. Kızları Gülcan Abla evlenince Seval Teyze ve Fevzi Amca başka bir şehre yerleşmişler. Oğulları Ferdi ve Murat Abi, iki kardeş, babaanneleriyle birlikte yaşamaya başlamışlardı. Annem hallerine üzülür, oturma odasının penceresinden eve geldiklerini görünce ara ara sıcak yemek götürürdü.

Zorlukların içinde geçen 80’ler bile daha tatlıydı kendi aramızda. Bizim aramızda ne sağ vardı ne sol… Öyle ya filler tepişirken ezilmeye niyetleri yoktu hiçbirinin. Gerçi kendimizi karınca olarak da görmüyorduk ya neyse. Birbirlerine kol kanat gererek hayata tutunmuşlardı. İstemsizce gülümsedi, ne güzel insanlardı. Ne güzeldi her şey. Babası öldüğünde en değerli varlığını kaybetmenin acısını, ölümün soğuk yüzünü tatmıştı o gün. Öyle gerçek, öyle riyâsız bir insandı ki, ah babam, varlığı çınar! Gözyaşlarına hakim olamıyordu. O hayattayken daha masum, daha dingindi her şey, giderken masumiyetini de alıp gitmişti sanki. O gün bugündür varoluş savaşı bitmemişti, içinde debelenip duruyordu işte. 

Sen varken biz de güzeldik, vardık; birlikte ağlar, birlikte gülerdik, insandık be! Ağladı, ağladı, ağladı… Rahatlamıştı. Huzur… Yemyeşil ağaçların serinliğini, dinginliğini bu sefer tüm hücrelerinde hissediyordu, sorularının cevabını almıştı aslında, ötelerden babasının ruhu dokunmuştu. Cemil Bey Amca ve babasının katıksız, saf, âri dostluğu; Cemile Hanım Teyzenin, Nebile Teyzenin, Seval Teyzenin güzel yürekleri, samimiyetleri ve yoldan geçen kahkahaları ile içini ısıtan masumiyet karînesi iki küçük kız… Aslına dönüş bu muydu?  


Kararını vermişti. Hızla ayağa kalktı, şimdi dimdik yeniden başlayacaktı her şeye. Kimseye minnet etmeden. Varoluş haz da değildi; bazen o hazlara dur diyebilmekti. Asıl özgürlük; yaşama hakkı verilmiş her bir canlının hakkına tecavüz etmeden, her görüşe, her duruşa saygı duymaktı.  Kendi haklarına tecavüz edilmesine müsaade etmeden, ruhunun özgürlüğünü ele alacaktı. Kendisini hapseden tüm hazlardan sıyrıldı, maskelerini attı bir bir… Göründüğü gibi olacaktı. Kimseyi umursamadan, incinmeden, incitmeden yaşamayı seçmişti. Bugüne kadar verilmiş tüm güzelliklere teşekkür edip evine dönüyordu, bu sefer dingin ve huzurluydu. Kulağında, ‘’Für Elise’’ çalıyor, kalbinde ise yeniden dirilişin hazzı…

Nurettin Gülesin anısına sevgiyle… 

Hikaye: Kseyne Nuran Gülesin

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi