Kadınların Kelimeleri

Kadınların Kelimeleri

Deneme: Feyza Yılmaz

Fotoğraf: Matt Fernandes

İki karpuz bir koltuğa sığmaz diyen hırs kültürünü anladı da, iki hayatı bir çatıya sığdıramayan düzenden sağlam nesil çıkmayacağını anlayamadı bu dünya. Ne çok hayat var oysa, bir biçimde süklüm püklüm aşkın peşine düşüp kimyası çözülen; elinde iğne iplik kendini yamayan hayallerine… Ne çok kadın, ne çok düş, ne çok kelime kursakta kalan.

Yahudi kökenli Avusturyalı bir besteci olan Gustav Mahler gibilerinden hiç beklemez, öyle şey olmaz dersiniz belki ama oluyor. Herkes öldürüyor sevdiğini beklenmedik. Mahler, Viyana Orkestrası’nda 1901 yılında orkestra şefi olarak görev yaparken kendinden 20 yaş küçük Alma’yla tanışır. Ünlü bir ressamın kızı olan Alma oldukça yetenekli ve güzel bir kadındır. Sanatın kalbinin attığı bir evde büyümüştür ve yıllardır beste yapmaktadır. Gustav’la birbirlerinin bestelerini dinlerler, âşık olurlar. En sonunda evlenirler. Hikâye bu ya, Gustav evlendikten sonra Alma’nın beste yapmayı bırakmasını ister. Bir eve bir besteci yeter deyip kestirip atmıştır. Kısa zaman içinde ilk çocukları dünyaya gelir. İki sene sonra ikincisi. Beste yapma hakkı elinden alınan Alma harikulade bir annedir. En mühim görevi, eşi Gustav’ın sabah 6’dan öğleden sonraya kadar büyük bir tutkuyla yaptığı besteler sırasında başta çocuklar olmak üzere, komşunun köpeği dahil (!) genel sükûneti sağlamaktır. Tabii Gustav’dan mükemmel babalık bekleyen yoktur.

Bugün kimse Mahler’in senfonilerini dinlerken, öylesine müşfik, his yüklü notalarının arka planında eşinin yazlık malikânelere hapsedilen küskün parmaklarını konuşmuyor. Diğer yandan, Alma’nın ikinci kızı Anna babasını küçük yaşta kaybetmiş ve annesinin izinden gitmeyi başarmıştır. 21.yüzyılın ünlü heykeltıraşlarından biri olan Anna Justine Mahler, besteci Gustav Mahler ile onun eşi dışında bir sıfat yahut kelimeyle anamadığımız Alma’nın ikinci kızı olarak bilinmektedir.

***

Bir yazar, filozof, besteci, doktor ya da alim… Sıfatına ne derseniz deyin öznesi erkekse insan olarak görülür bu alemde. Bakılmaz hoşluğuna, babalığına ya da edepsizliğine. Önce tebrik edilir, şapka çıkarılır, gelse gelse berisinden gelir dedikodusu. “Öyleymiş.” denip geçilir. “Bak kaç çocuğu var tek kadından, sadakati görüyor musun?” “Beş kadın eskitmiş.” “Hareketli bir aşk hayatı olmuş.” “Zaten bu yoğunlukta kim evlenir!” Daha neler neler…

Ayinesi iştir ya kişinin hani. Karakterine laf gelmez er kişinin. Lakin bir kadınsa özne, vay haline! İlkin kaç yaşında diye sorulur. Ardından sevgilisi var mı… Düzgün bir tip mi yoksa hâlâ bekar mı? Belki çocuk da vardır ama yeterince büyüttü mü? Okumuş mu hem tahsil filan, bakarsın çerez niyetine? İki kelime mi karalamış, aşı mı üretmiş, uzaydaki kuyruklu yıldızı mı keşfetmiş? Tabii canım, ya siz ne sandınız!

Kadınlar dörde ayrılıyor benim zihnimde: Oturanlar, çalışanlar, düşünenler ve kafayı yiyenler. Oturan tayfa nam-ı diğer ev hanımları. Bütün gün onları koltukta yahut iskemlede otururken görmeseniz de onların adı çıktığı için evde oturmaktan sorumludurlar. Evde otururken de içerdeki bilumum işlerde canla başla çalışır, ama başlarını kaşıyamadıkları için pek düşünmezler. Çalışan tayfa ise karınca gibidir. Tüm gün ofiste, dernekte, şurada burada görevlerini sağdan sola taşırlar. O kadar azimlidirler ki hayıflanmaktan bir adım ötesi hızlarını düşüreceği için umursamazlar artık. Hem çalışır hem oturur gibi yaparlar. Herhangi bir çalışan olmaları zaten yasaktır. Sıfatları bellidir. Çalışan anne, çalışan eş, çalışan kadındır onlar. Düşünen tayfanın durumuysa en vahimi. Zira oturanlar ve çalışanlar gibi kalbini açmaz onlara toplum. Gizli sırları ifşa etmişler gibi biraz kafadan sıyrık, yabani bir ot misali mimlidirler. Farklı oldukları için saygı duyulsalar dahi ötekileştirilirler. Ne de olsa dışlamanın en nazik versiyonudur sinsice kenara doğru itmek…

Diğer kadınlar düşünenler gibi olacaklarsa olurlar pek tabii. Ancak, sonuçlarına da katlanırlar. Yok olmayacaklarsa, o zaman büsbütün yasaklanır sorgulamaları. Ve hayatlarının bir durağında kesinkes sorup zinhar anlayamadıkları o malum soruları düşünmeyi bırakırlar artık. Ne derler peki? Neticede kadınlardır işte… Budur yazgıları. Gelir, geçer!

***

Erkeklerin birbirine omuz verdiğine çok şahit olmuşuzdur. Taşınacak eşyalar, stadyumda izlenen futbol maçları, cenaze merasimleri. Kadınlar hep birlikte görünseler de aslen apayrıdırlar. Bir araya geldiklerinde en popüler konular dedikodu, düğün dernek, kim ne giymiş, ne getirmiş, ne takmış… Ben kadınların enine boyuna katıksız bir gönülle bir araya geldiği tek bir duygu gördüm: Acı. Bir başkasının hüznünü anında anlama kabiliyeti. Empati. Zekanın sınırlarını eğip bükerek kullanma ihtimali! Zira şu ataerkil alemde varsa yoksa silah, varsa yoksa intikam ve hüzün. Belki de devlette, ailede ısrarla aramaya doyamadığımız koruyucu otorite, eli olmasa dili sopalı baba figüründen anneye geçmeli artık.

Bir erkek bir çocuk doğurmasa da sığınabilir tüm mahlukat ona. Ne garip! Güvene muhtaç, kapısında günbegün sabahlayabilir, verdiği kuru ekmeğin tokluğuna şanslı sayabilir kendini. İçten içe bilir herkes, ceza günü gelip çattı mı esip gürleyen kara bulutlar çökecek. Tepeden inme verdiği tüm ayrıcalıkları aynen öyle alacak geri. Baştan aşağı günaha batsa, illa sevilecek bir şey bulur insanlar babada.

Kadın hiç öyle olur mu? Adı geçtiği gibi aklımıza gelen hatun prototipleri var bir kere. Kusursuz bir beden olmalı evvela, beli olmasa eli, eli olmasa yüzü, yüzü olmasa gönlü! Bedenden şanslı değilsek estetik başka yerlerde aranması gereken genel kaidedir çünkü. Şefkatle dolsun taşsın isteriz, sıksan suyu çıkacak sanki yüreğinden. O ezildi mi, üzüldü mü, daraldı mı? Hayır, ne olursa olsun mütebessim çehresiyle billur gibi ışıldamalı! Baktıkça ruhu açılmalı insanın. Kadın yalnız var olmamalı. Aynı zamanda erkeğin zarafetsiz, letafetiz, nezaketsiz yanlarını da tamamlamalı. Ama sorsan kadın erkeğin kemiğinden yaratıldı! Böylesi bir hayalet kadını Meryem Ana heykelinde bile mumla arasak bulamayız, lakin ne yazar! Bir kutsal kadın efsanesi almış başını gidiyor. Bu fikirlerin hiçbir penahı yoksa da gel de anlat topluma.

Bilgileri güce göre yorumlamayı ne zaman bırakacağız ve ne zaman vicdan olacak nokta-ı istinadımız? O vicdan ki, tanrıçalarla menkıbeleşmiş kadın ile idealizmin arasında ince bir çizgiye çağırıyor insanlığı. İster vicdan deyin adına ister sırat-ı müstakim.

Vicdan deyince aklıma Gandi’den çağımıza miras kalan yedi günah geliyor hemen. “Pleasure without concience.” Pek çok kaynakta vicdansız haz duymak şeklinde yüzeysel çevriliyor, ama manasını tam karşılamıyor gibi. Bilinçten, sağduyudan yoksun bir hoşnutluk hali bu. Vur patlasın, çal oynasın… Yani mutlu görünmenden daha kötüsü, neden böyle göründüğünden bihaber olman! Hemcinslerime soruyorum, mutlu musunuz gerçekten tam şu an içinde olduğunuz halet-i ruhiyenizle? Cevap buldunuz mu sorularınıza? Arıyor musunuz hiç değilse kelimeleri iki öne bir arkaya ipe serer gibi dize dize? Zira sayfalarımın arasında çaba ve emekten başka yanıt bulamadım ben… Aynı sayfayı her seferinde ısrarla yeniden yazmak gibi bir şey bu, bambaşka sözcük ve hikayelerden.

Çağ batılılaşma çağı olunca en büyük tehlike yerel bilgilerin, kayıt dışı öykülerin yok olmaya yüz tutması. Bir de adı din olan her şey sakıncalılar kulübünde. Beynimin ve zamanımın sınırlarını zorlayarak aklımdan geçenleri taklitten koparmaya çalışıp İslam’ı düşünüyorum, oldukça basit düzeyde. Bunu karmaşıklaştıranın yine erkekler olduğunu hatırlıyorum acı acı. Bakıyorum yedi büyük günaha. Yedisi de ayrılıyor, bedenle, elle, ayakla, mideyle, gözle yapılanlar diye. İstemeden gülesim geliyor. Bunca niteliğe ne gerek vardı günahtan dönmeye ayak direyecek olduktan sonra! Bir taraftan da anlamlı buluyorum iradenin bedendeki yansımalarını. Yine de en tehlikelisi şirk gibi geliyor bana. Zira o sadece kalple yapılıyor. Göremiyorsun. Ben de düşünüyorum şimdi, şirk dediğin şeyi kimse ben Tanrı’yım diyerek yapmıyor zaten. Hükmederek yapıyor, ezerek, hakkını vermeyerek, anlamayarak, dinlemeyerek, üstün görerek kendini…

Kaç erkek kendini üstün görüyorsa kadından, toplumun şu veya bu yerinde, bir düşünse insanlık taifesi… Kaç kadın üstün görüyorsa kendinden erkekleri? Bir günah daha çıkar mı kelimelerin bu oyunundan? Tahammül edebilir miyiz Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’unu Veronika olarak okumaya? Yoksa bazı günahların, kelimelerle işlense bile, erkeklerde daha şık durduğuna sapıkça inanıyor muyuz? Eğer kapıldıysak böylesi bir yanılgıya, kadınların dördüncü taifesine cümle alem hoş geldiniz. Kafayı yiyenler bu taraftan.

Deneme: Feyza Yılmaz

..sınırlar hayal gücünün düşmanı sanırız,
oysa sınırlardan başlar benim düşlerim.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi