Plastik Terlik

Plastik Terlik

Hikaye: Sümeyra Çağlayan

Sabahın serinliği derenin soğuk akan suyunda ve güneşin ısıtmaya yetmediği ağaçların gölgesinde geziniyordu. Yemyeşil ağaçların dereye eşlik ettiği bahçelerde türlü türlü meyveler maceracı kuzenleri bekliyordu. Bu kızlar çetesinin üyeleri yerinde duramayan, şakacı ve eğlenmeyi bilen bireylerden oluşuyordu. Yaşları on ikiyi geçmeyen kızlar, sabah erkenden uyanıp yeni bir maceraya hazırlanmışlardı. Gece planlarını yapıp uyumuşlar sabahın ilk ışıklarıyla kalkıp giyinmiş, ellerinde sepetleriyle, yeşil demir kapının önünde buluşmuşlardı. Bu kapının dili olsa da konuşsa. Yıllarca kuzenlerin bayram sevincine, ilk okula başlama heyecanına, kimi zamanda hüzünlü ayrılıklara şahitlik etmişti. Kim bilir kaç kere bu kapıdan çıkıp, deliler gibi eğlenmiş ve koşa koşa eve dönmüşlerdi. Grubun en küçükleri olan Ayşe gözlerini ovuştura ovuştura büyüklerin peşine takılmıştı. Ayaklarına geçirdiği plastik delikli terliklerin şıpırtısı esneme seslerine karışıyordu. Birkaç numara büyük kimin olduğu belli olmayan terliklerle zorlu bir yolculuk onu bekliyordu.

Macera timi yola çıkmıştı. Geriye dönüp terlikleri değiştirse onlara yetişemeyebilirdi. Mecburen terliklerle gidecekti. “Ah keşke süslü kırmızı ayakkabılarımı giyseydim.” dedi kısık bir sesle. Derenin kenarından yukarılara doğru gidip, suyun çıktığı kaynağı bulmayı amaçlıyorlardı. Ellerindeki sepetlere ise yolda giderken uğrayacakları dedelerinin bahçesinden vişne ve yaz elması dolduracaklardı.

Okulda izci olamamış bu grubun ele başı Fatoş, “Hadi yavru kurtlarım beni takip edin” diye bağırdı. En büyük hayaliydi izci olmak. Ama babası izin vermemişti. Askeri nizam boy boy dizilen kızlar yürümeye başladı. Derenin suyu yukarılara gittikçe berraklaşıyor, bazı yerler de otlardan ve yosunlardan geçilmez oluyordu. Fatoş böyle durumlarda suyun içine giriyor dizlerinin altına gelen suyun içinden yürüyordu. Yavru kurt olmayı hayal eden çapulçu çete de Fatoş’u takip ediyordu. Zavallı Ayşe plastik terliklerini kaybetmemek için eline alıyor, ayaklarının altına batan taşlara aldırmıyordu. Çünkü bu grubun üyesi olmak onun için dünyadaki her şeyden daha önemliydi. Eğer büyüklerin arasında maceralara atılmak istiyorsa ağlamamalı, acıkıp mızmızlanmamalı yani karşısına çıkan tüm zorlukları aşmalıydı. Çetenin büyükleri bu konuda hiç de esnek değillerdi. Eğer mızıkçılık yapan olursa ya da macera esnasında bir yerlerine bir şey olursa bundan sonraki iki maceraya katılamayacaklarını biliyorlardı. En arkada biraz korkarak biraz eğlenerek takip ediyordu ablalarını.

Fatoş’un kankası Serap dere boyunu çok iyi bildiği için, bazen de o başa geçiyor hangi bahçe onların hangi meyve ağacı daha tatlı onları gösterip yollarına yön çiziyordu. Serap’ın gür sesi derenin şırıltısında ve soğuk taşların arasında yankılandı; “Hadi şimdi bu yokuştan vişne toplamaya gidiyoruz.” Böğürtlen çalılıklarının arasında kayboldu Serap. Arkadan gelen bazı çete üyeleri hedefte vişne ağaçları olmasına rağmen göz kamaştıran böğürtlenlerin cazibesine kapılmışlardı. Çalılıkların dört bir tarafı kuzen çetesiyle çevrelenmişti. Ayşe ise plastik terliklerin azizliğine uğramış bir türlü yokuşu çıkamıyordu. Islak terlikler kum ile doluyor ve dik yokuştan çıkmaya çalışırken kayıyordu. Ayşe kayıyordu kuzeni çekiyordu, tekrar ağaç köklerine tutunup çıkmaya çalışıyordu. Başarısız üç beş denemeden sonra nihayet böğürtlen ziyafetine -geç de olsa- katılmayı başarmıştı küçük Ayşe. Fatoş’un hedefinde ise leziz vişneler, küçük ama tatlı yaz elmaları vardı. Kankası Serap’a seslendi, “Hadi Serap koş ağaca çıkalım.” Serap Fatoş’un arkasından koşarak vişne ağaçlarının yanına, güneşin süzülerek değdiği çimenlerin üstüne geldi. En sevdiği oyunun başlaması için yemyeşil çimlerin üzerine yattı. Hafif eğimli olan vişne bahçesinin çimenlerinde yuvarlandı. Yuvarlanma yarışı böylece başlamış oluyordu. Arkasından diğer kuzenler sırayla gelmeye başladı. Çimenlerin yeşilinin soğuk toprakla birleştiği yere kadar yuvarlanıyorlar, ilk gelen sonradan gelenlerin altında kalıyor, kahkahalar boş bahçeden dereye oradan da tepeye yayılıyordu.

Bizim plastik terlikli küçük Ayşe saçlarının gelişigüzel bağlanmış lastiklerini çözmüş, dağılan saçlarını elleriyle geriye itiyor, ayaklarının mücadelesine bir de saçlarını ortak ediyordu. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyor bütün oyunlara dahil olmak ve doyasıya eğleniyordu. Uzun süre yuvarlandıktan sonra her biri bir ağaca çıkmış patlayana kadar vişne yemiş -oysa Ayşe vişneyi çok da sevmezdi- koyu bir sohbete başlamışlardı.

Ağacın tepesinden birbirlerine seslerini duyurmaya çalışıyor bir yandan da savaşçı olduklarını hayal ediyorlardı. Her hayal ürünü oyunun tasarlayıcısı olan ortanca kuzen Zeynep’in aklına harika bir fikir gelmişti. Vişneler ile savaşçılar gibi yüzlerini boyayacak ve dereyi öyle geçeceklerdi. Şimdi herkes yüzünü boyamaya başlamıştı. Zavallı Ayşe yüz boyamasını yanlış anlayıp bütün yüzünü kırmızıya bulamıştı. Zaten plastik terliklerini aşağıda bıraktığı için ayaklarının altı çok acıyordu, şimdi de herkesin alay konusu olmuştu. Zalim kuzenler böyle yanlış anlamaları asla affetmez yıllarca bu olayı dillerine pelesenk ederlerdi. Neyse sepetler vişne ile dolmuş artık ağaçtan inme vakti gelmişti. Yalnız bir sorun vardı. Ayşe ağaca çıkabilmişti, ama inmeyi bir türlü başaramıyordu. Şimdi kuzenlerin operasyonun adı, “Ayşe’yi ağaçtan indirme” olmuştu. Zeynep sorumluluğu üstüne almış yavaş yavaş aşağıdan direktifler veriyordu; “Tamam şimdi ayağını biraz aşağıya indir. Elini sakın bırakma. Biz seni aşağıdan tutacağız. Güven bize.” Ayşe gözünde yaş, ayağında dayanılmaz acılar, yüzü vişne kırmızısı ve saçları dağınık olduğu halde Zeynep’in himayesinde aşağıya inmeyi başarmıştı. Mavi plastik terliklerini giyip askeri nizam giden kuzenlerin en arkasında yerini almıştı. Eve bir ulaşsa ilk iş şu mavi plastik terliklerden kurtulacaktı. Macerasının tadını çıkarmaya hiç izin vermemişlerdi. “Keşke giymeseydim uykulu uykulu geride kalmamak için ne bulduysam ayağıma geçirmişim. Bana ders olsun bir daha mı aman, mavi mi? Plastik mi? Terlik mi? Asla, ama alsa giymem!” diye içinden söylenip duruyordu.

Bahçeden dereye giden yol tam bir masal yoluydu. Dizlerine kadar gelen otların içi gelincikler, papatyalar, mavi kır çiçekleri, sapsarı karahindiba öbekleri ile doluydu. Bu yolda yürümek küçük savaşçıları romantik prensese dönüştürmüştü. Serap, “Hadi annelerimize çiçek toplayalım.” dedi ve hemen bir gelincik demeti yapmaya başladı. Şimdi herkesin elinde veya sepetinde bir çiçek demeti vardı. Fatoş gaza gelmiş en sevdiği şarkıyı söylemeye başlamıştı,

“Sevdik sevdalandık,

Kör düğümle bağlandık,

Böyle ayrı gayrı olmaz, olmaz.”

Hep bir ağızdan şarkıyı söylemek plastik terlik pişmanlığını unutturmuştu Ayşe’ye. Dereye inmek için başka bir yoldan gitmeye karar vermişlerdi.  Geldikleri yerde her nasıl olduysa bir ağaç devrilmiş ve öbür tarafa yol olmuştu. İşte yeni bir olay mahalline gelmenin mutluluğu ile hepsinin gözünde aynı pırıltı, sıraya girmişlerdi. Tabi sıranın sonu plastik terlikli altı yaş bebesi Ayşe’nindi. Oysa Ayşe şu alay konusu, vişne rengi yüzünden kurtulmak istiyordu. Neyse mızmızlanma şansı olmadığı için -eli mahkûm- terlikler elinde ağacın üstünde cambazlık yapacaktı. Zorda olsa ağacın üstünden geçip derenin serin suyuna ulaşmıştı. Hemen yüzünü yıkadı ayaklarını suya soktu. Oralarda oyalanırken başının belası mavi terlik bu kez de derenin suyunda sürüklenmeye başlamıştı. Zeynep, “Terlik gidiyor yakalaaa!” diye bağırdı. “Hay gidip de gelmese keşke.” diye söylene söylene terliğin peşinden derede koşmaya başlamıştı bile -terlikzede- zavallı Ayşe. Tabii ki terliği yorgun ve yaralı ayaklarıyla yakalayamadı. Terliğin suya kapılıp kaybolması ise bardağı taşıran son damla oldu. Zaten acıyan minik ayaklarına bir de yorgunluk ve terliğin suda süzüle süzüle kaybolması Ayşe’nin gözyaşlarının akmasına ve hıçkıra hıçkıra ağlamasına sebep oldu. Fatoş insafa gelmişti, “Hadi eve dönüyoruz kahvaltıyı kaçırmayalım.” diye seslendi küçük yavru kurtlarına.

Dere boyu bu kez aşağıya, eve doğru, uzun ama sonunda patatesli gözleme yeme garantili bir yolculuk başlamıştı. En arkadan plastik terliğini kaybetmiş yorgun ve yalınayak bir yavru kurt geliyordu. Her şeye rağmen yüzünde bir gülümseme vardı. Çünkü bu macerayı kaçırmamıştı. Başının belası plastik terlik kiminse ondan biraz azar işitebilirdi, ama olsun yüzünü boyamak, ağaçta mahsur kalmak, böğürtlen yemek ve en önemlisi kuzenlerin çetesine dahil olmak her şeye değerdi.

Hikaye: Sümeyra Çağlayan

Yolu ve yolculuğu hiç bitmeyen seyyah. Kendi iç kalabalığından bıkkın, dışı dingin, içi kaos.. Çok okur, az yazar. İnsanlardan bir insan.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi