Sevgilinin Ölümü

Sevgilinin Ölümü

Hikaye: Meryem Samur

Yaşayan kimselerin, ölenler için son görevlerini yerine getirdiği bir yerdi onun dükkânı. Bütün şehrin yolu elbet bir gün oraya düşerdi. Sattığı 3 parça patiska bezi olmadan öte tarafa yol almak mümkün müydü? Hakkın rahmetine kavuşanların, yolculuklarını ayıpsız bir şekilde sürdürebilmesi için ilk ihtiyaç duydukları şey; bir yolculuk elbisesiydi. Mirza’nın mesleği de ölen kimselere karşı bu son tedarik görevini icra etmekti. Bu sebepten mesleği ile lakabı birdi. Herkes ona ‘Kefenci Mirza’ derdi.

Mesleği, Mirza’ya aile yadigârıydı. Dedesi bu dükkânı Cumhuriyetten sonra, şehrin en merkezi sokağına açmıştı. Yıldırım Beyazıt Han’ın şehri fethettiği gün inşaatını başlattığı camii ile Hıristiyanlığın ilk 7 kilisesinden biri olan asırlık kilisenin karşılıklı bulunmasıyla başlayan bu sokak, araçların giriş izni olmayan ‘Sevgi Yolu’ ile bitiyordu. Evi, Sevgi Yolu’nun aşağı sokağında bulunan Mirza; her gün evden dükkâna yürürken bu yol ile hayat yolculuğunun benzerliklerini düşünürdü. Sevgi Yolu’ndaki şen şakrak çocuklar, el ele gezen sevgililer, yıllarını bir kahvenin hatırı tadında yaşamış çiftler onun dükkânına yaklaşınca bir sonun haberini almışçasına titrek bacaklarla geçerlerdi dükkânın önünden. Ölümün her insandaki aksi başkadır. Bunu en iyi Mirza bilirdi. Kırmızı bir ölüm vurur kiminin kan çanağı gözlerine. Kiminin bacaklarının dermanı kesilir, mavi bir ayaz üşümesine tutulurdu. Kimisi o günden sonra ekşimiş bir mide ile dolanırdı. Yeşili unuturdu kimi, ruhu kalbine sıkışır da dolaşamaz olurdu.  Mirza da görmüştü ölümü bir gece. Çocuktu. Yatarken koca kilise devrilivermişti üstüne. Uyanamadı Mirza. Nefes alamadı. Bağırmak istedi, sesi çıkmadı. Koşmak istedi, bacakları yokluğa karıştı. Uyandı sonunda Mirza. ‘Ölüm bu olmalı’, dedi. Kimselere anlatamadı günlerce. Sonra bir gün nenesine deyiverdi. ‘Nene ben öldümdü, dirildim.’ Mirzanın baba mesleğini devralacağını nenesi o gün bildi.

-‘Ölüm değil yavrum o, karabasan.’

Kefen bezi, sahip oldukları ile mutlu olan insanın, en son sahip olmak isteyeceği şey değil miydi? Beyaz bir kumaşa dolandığı gün, siyaha boyanmaktan korkan insanlığın türküsünün bestekârıydı onun ailesi.

Mirza neşeli bir çocukluk geçirmemişti. Hüzün, onun ailesinin ekmek kapısıydı. Bir kez olsun neşeli bir yüz görmemişti ki dükkânın kapısında. Herkese matrak şakalar yapan çaycı Ömer bile, onların dükkânına girerken yüzü ciddi bir tavır takınır, diğer dükkânlarda yaptığı bel altı espriler onların dükkânında hızlıca okunan bir Fatiha’ya evrilirdi. Mirza daha çocukken kimin ölümden, kimin yaşamaktan korktuğunu anlardı. Zeytinyağlı sabunlar ile yan yana dizilen kefen bezlerinin arasında, ince belli bir çay bardağında, oralet içerken okulda öğrendiği tekerlemeleri sayıklardı içinden:

-‘Portakalı soydum, Başucuma koydum. Ben bir yalan uydurdum,
Duma duma dum.’

Boyaları dökülmüş ahşap taburede öyle diken üstünde otururdu ki, babasının sırtını sıvazlaması ile az biraz rahatlar, soğumuş oraletini öyle bitirebilirdi. Gassal Hasan amca ile babası uzun muhabbetlere daldığında, Mirza’nın zihnine mahalledeki çocuklardan duyduğu korkunç mezarlık hikâyeleri üşüşürdü. Öyle günlerin gecesinde, ıslak çarşaflara uyanır da utancının sessizliğine bürünüp, sabah annesinin azarlamaları eşliğinde kahvaltısını tıkınırdı. Mirza, lezzetleri acılaştıran ölümle öyle küçük yaşta hemhal olmuştu ki, hayatın keyfini süreceği yaşları ne zaman kaçırmıştı, bilemedi. Ölüme alışmış bir insanın coşkunluğu ne kadar ise, o da öyle yaşardı duygularını. Aşkı kısa, nefreti kısa sürerdi.

Bir gün dükkânda gazete okurken genç bir kadın girdi içeri. Mirza ölümün taze acısına saygı duyan bir bakışla,

-Buyurun, dedi.

Fakat bir farklılık vardı. Genç kadın gülümsüyordu.

-Kefen bezi alabilir miyim, dedi.

Gül suyu kokulu kefen bezinin çörekotuyla sarmalandığı poşete uzanırken,

-Başınız sağ olsun, dedi Mirza.

Genç kadın,

-Sağ olun da kimse ölmedi, merak etmeyin, dedi. Sesinde ki muziplik, karşısındaki kişiye, konuşmak istediğini düşündürüyordu. Mirza bakışlarının rahatsızlık vermediğinden emin olduğunda yüzünü eğmeden baktı.

Devam etti genç kadın:

-Ben sağlıklıyım, çok şükür. Fakat ne olur olmaz, kefen bezimi alayım da bir kenara koyayım dedim.

Şaşırdı Mirza. Bazen seksenine merdiven dayamış ihtiyarların kendisine kefen bezi almaya geldikleri olurdu fakat böyle genç ve güzel bir kadının kendisine kefen bezi almaya geldiğini ilk defa görüyordu. 

-Allah uzun ömür versin, dedi poşeti uzatırken. Genç kadın teşekkür ederken gözü masadaki şiir kitabına takıldı.

– ‘Sevgilime bir kefen’ şiirini okudunuz mu? Çok severim dedi ve Mirza’nın cevap vermesine fırsat vermeden sırtını dönüp, koşar adımlarla indi merdivenlerden.

Mirza hemen sayfalarını karıştırdı kitabın. Bulmuştu. 1965 yılı yazılan şiiri tekrar ve tekrar okurken ölümle barışık bu genç kadının aşkının hayalini düşledi. O güne kadar kendi ölümünden zerre korkmayan Mirza yeni bir korku ile tanıştı: Sevgilinin Ölümü.

‘’Alçak sesle uçuyor üzerimden

Saçlarına kına yakılmış bir kadının mihrabı

Bu gövermiş güz günleri çıldırtır insanı

Urlar, karınca cesetleri

Titreyişlerle örtülür üstüm

Merak

Bir devrimcinin hazırlığıdır

Ve alçacık bir sesle uçar üzerimden

Kanser, begonya, ölüm.’’ (İsmet Özel)

 

Hikaye: Meryem Samur

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi