Yıldızlara Açık Kale
Çocukluğun Muhteşem Evreni
Makale: Yıldırım İlhan
Ahirzaman güneşi batarken küçük bir yıldız düşmüştü şu dünya denilen çöle. Yeni bir yüzyılın, henüz şekil verilmeyen beklentileri, yeni bir yaşam perdesi ile birlikte yükselecek ve parlayacaktı. 20. Yüzyılın en ilginç isimlerinden birisiydi. Kendisi doğduğunda (29 Haziran 1900) Emil Zola 60, Anatole France 56, Pierre Loti 50, Henri Bergson 41, Andre Gide ve Gandhi 31, Said Nursi 22, Albert Camus, 13, Martin Heidegger ve Ludwig Wittgenstein 11 yaşındaydı. Victor Hugo, bu yüzyıl için mutlu bir yüzyıl olacağı temennisinde bulunmuştu. İki büyük dünya savaşını gören Said Nursi bu asrı hasta, gaddar ve bedbaht asır olarak tanımlarken, Albert Camus ise ‘bilinçli öldürmeler’ cağı olarak değerlendirmişti. Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametlerinin zuhuruna tanıklık eden Rene Guenon’un Hindu Kutsal Metinlerinden ödünç aldığı Kali Yuga’nın son safhasında, bu karanlık çağın en karanlık dönemine girildiği devirde doğmuştu.
Yıldızlar sadece geceleri parlar ve karanlıkta gerçeği bulma ve buldurma anlamını taşır. Akşama yakın doğan bu yıldızın gerçeği insanlık ailesinin semasında nasıl parlayacaktı? Belki birisi bu soruyu 29 Haziran 1900’de Lyon’da Bay ve Bayan de Saint- Exupéry’ye endişeyle sordu. Bu minik yıldız, Lyon’da, soyu birkaç yüzyıl öncesine kadar izlenebilen Katolik bir ailede dünyaya geldi. “Bu şans eseri sessizliğin güzel şehri Lyon’da doğdum,” diye yazdı. Annesi Limuzin’de babası Provence’da dünyaya geldiler. Kader onları Lyon’da bir araya getirmişti. Baba Exupéry burada sigorta komisyoncusu olarak çalışıyordu. Eski bir aristokrat aileye aitti ve beşinci yüzyıla kadar uzandığı düşünülen bir ismin saygınlığını ve prestijini korudu. Antoine, babasını sadece fotograflarla tanıyordu. Babası, Antoine’nin dördüncü doğum gününden önce öldüğünde, (1904) en büyük kardeşi Madeleine (1896-1927) yedi, en küçük kardeşi Gabrielle (1903-1986) ise henüz bir yaşında idi. Babasının ani ölümü, Exupéry’nin statüsünü “yoksul aristokrat” olarak değiştirerek tüm aileyi büyük ölçüde etkilemişti.
Antoine’nin annesi, Saint Maurice de Remens’te bir şatosu olan teyzesi Madame Tricaud’la yaşama kararı aldı. Orada, masal gibi bir dünyada küçük Saint en mutlu günlerini geçirdi. Eski şatoda, ağaçlarla dolu büyük bir park ve fantastik bir kale vardi. Parkta sonu gelmeyen oyunlar oynanır ve yağmurlu günlerde, uzun ara sokaklarda hazine avcılığı yaparak kendilerini kaybederlerdi. “Çocukların en sevdiği oyunlardan biri, fırtına patladığında bahçenin dibinden şatoya koşmaktı. Yağmur damlaları tarafından vurulan ‘son çocuk` `Chevalier Aklan” oldu.” Gece Uçuşu’nda, Exupéry, oyunu keşif uçağındaki kaçan Alman mermileriyle karşılaştırdı.
Aile içinde herkes küçük Saint’e “Kral güneş” demeyi severdi. Kral, çünkü bu muhteşem dünyada hüküm sürüyor; Güneş çünkü sarışın, altın saçları onlara güneşi hatırlatıyor. Kendisinin dediği gibi çocukluğunun en tatlı yıllarını Saint- Maurice de Remens de yaşadı. Tanıdık ve sadık yerleri toprak ve çocuklukla ilişkilendiren Exupéry için ev, insanın sığınabileceği son kutsal kale idi. Büyümek ve çocukluğundan uzaklaşmak hayatının trajedisiydi. Yetişkinliğe doğru, ‘bu çocukluk anıları dünyası bana her zaman umutsuzca diğerinden daha gerçek görünecek’ diye yazdı. Peter Pan gibi, büyümeyi red ederek sonsuza kadar çocuk kalıp çocuk dünyasında yaşamak istedi. Zaten bunu o kadar uzun süre yaptı ki yetişkinler dünyasında ona yer yoktu. Kişisel mektuplarında ya da kitaplarında, sıklıkla Saint Maurice’e atıfta bulundu. “Ben nereliyim? Bir ülkeden geliyormuş gibi çocukluğumdan geliyorum.” (Gece Uçuşu) Bir yerlerde kara çam ağaçları ve ıhlamur ağaçlarıyla dolu bir park ve sevdiğim eski bir ev vardı. (Rüzgar, Kum ve Yıldızlar).
Yedi yaşımdan beri biriktirdiğim büyük bir sandık olan Saint Maurice‘de, beş perdelik bir trajedi, aldığım mektuplar, fotoğraflarım. Sevdiğim, düşündüğüm ve istediğim her şey, hatırlamak. […] Hayatımda sadece bu büyük sandık gerçekten önemli. (Rinette’ye Mektup, Ekim 1926).
Her şeyden önce, Antoine’ın odasını ısıtan ve geceleri uykusunu seyreden eski sobanın sembolüdür. Bu sobanın hatırası zihninde oyulmuş olarak kalacak: “En iyi şey, en sakin ve şimdiye kadar tanıdığım en dost canlısı Saint-Maurice’deki üst kattaki küçük soba. Varlığımda başka hiçbir şey beni böyle hissettirmedi. Geceleri uğultu tepesini gürültü gibi dinlemek ve çevik gölgelerini duvarda izlemek için uyandım. Neden bilmiyorum, ama bana sadık bir su spaniel düşünmemi sağladı. böyle bir arkadaşım oldu mu? ” (Annesine mektup. Buenos Aires 1939). Başka bir mektubunda ‘yaptıklarımdan hiç memnun değilim’ diye yazdı annesine ve ekledi… ‘Beni serinletecek tek pınarı çocukluktaki birkaç hatırada buluyorum.’ Saint-Maurice, çocukluğunun gerçek eviydi ve geçmişe bakıldığında hayatının en mutlu, belki de tek mutlu zamanıydı.
“Ölmüş görüneceğim, gerçekte ölmeyeceğim oysa.” Küçük Prens
14 yaşına girdiğinde 28 Temmuz 1914’te Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Annesi savaşta yaralılara bakmak için gönüllü hemşire olur ve bu yüzden bir kaç defa şehir ve okulunu değiştirmek zorunda kalır. Genç Antoine için yaşam hızla daha karmaşık hale gelir. Savaşa rağmen, Antoine ve küçük kardeşi Francois, Lyon yakınlarındaki Villafrance’deki Notre Dame de Montgré’nin Cizvit okuluna giderler. Kasım 1915’te savaş kötüleştikçe, iki kardeş İsviçre’nin Fribourg şehrindeki Villa Saint-Jean okuluna taşınır.
Küçüklüğünden beri rahatsız olan Francis’in durumu ağırlaşır ve titrek bir mum gibi sönmeye başlar. On beş yaşında iken ruh – beden ayrımının farkında olan Francois, ölmeden kısa bir süre önce kardeşi Antoine’ye şöyle der, “Korkma… Anlıyorsun, değil mi? Çok uzak orası. Giderken bu bedeni de götüremem. Çok ağır.’ Antoine, kendisi gibi sessizce sıvışıp giden Küçük Prensin ağzından kardeşinin sözlerini ölümsüzleştirerek her birimize ölüme bir çocuğun gözlerinden bakma şansı verir. Ölüm anını, hıçkırıklarla değil, sakinlik ve olgun bir hüzünle izlettirir: “Bir an hareketsiz kaldı. Çığlık atmadı. Bir ağaç gibi usulca devrildi. Kuma düştüğü için hiç ses çıkmadı.”
4 yaşındaki iken babasını kaybetmesi Antoine’yı çok etkilemez ama altın saçlı küçük kardeşi Francis’in başucunda ölümü bunu yapar ve Küçük Prens’in ölümü için bir ilham kaynağı olur. (1) Oyun arkadaşı ve icraatlarında yardımcısı Francis’i bir daha göremeyecek olsa da kardeşinin ölüme mertçe bakan sakin ve ciddi yüzünü her zaman hatırlayacaktır. Ardından kardeşi sanki bir yetişkin gibi vasiyet bırakır. Öldüğü gün, çok sevdiği bisikletini ve oyuncak silahını Antoine’a miras verir. O günden itibaren Antoine, geçici şeylere önem vermez.
“İnsan kaybedebileceğini sever; kendini, bir kadını, ülkesini…” Tarkovski
Babasının erken ölümüne rağmen, mutlu bir çocukluk geçiren Antoine daima yitik cennetini, çocukluğunu hatırladı ve çocukluk anıları her zaman diğerlerinden daha gerçek gibi göründü. Yakınları tarafından bilindiği gibi, çocukluk kayıp bir altın çağdı, unutulmaz anısı hem bir nimet hem de bir lanetti. İlerleyen yıllarda mali zorluklar sebebi ile bütün hatıralarının biriktiği Kale satılmış olsa da Exupéry, her nerede olursa olsun her zaman çocukluk ülkesi olan Saint Maurice’ye çekildiğini hissetti. Onu bu yola koyan gücü, görmediği güzelliğin çekimini anımsamaya başladı. Hiç bir şey tamamlanmış hissettiği, ruhun gerçek yuvası olan eve dönüş duygusundan daha güzel olamazdı. 31 Temmuz 1944’ün şafağında, İkinci Dünya Savaşının yavaş yavaş doruğa ve sonunun yaklaştığı zaman bir keşif uçuşu için Grenoble ve Annecy bölgesine doğru havalandı.
Çocukluğunun geçtiği Saint- Maurice ve Lyon’a doğru… (2)
1: Babası Jean ve erkek kardeşi Francois Saint Maurice’e gömüldüler. Exupéry’ye göre insan toprağa gömülesi bir varlık değil, ekilesi bir varlıktı. Tıpkı bir erzağın ambara konulması, bir tohumun ekilmesi gibi idi. Babası Jean ve erkek kardeşi Francois Saint Maurice’e ekildiler…
2: 31 Temmuz 1944’de Almanlar tarafından vurulmadan bir ay önce, büyüdüğü yerlerin üzerinden uçmak için seyahat programından saptığı için azarlandı. Bazı tarihçiler Exupéry’nin Saint-Maurice üzerinden uçmak için son görevini uzattığına inanıyorlar.