Çiçek Apartmanı

Çiçek Apartmanı

Yazı: Sevde Budakçı

 

                                                            ‘’İnsan yaşadığı yere benzer’’

 

Apartmanımız çiçek gibi çiçek. Bilirsiniz canım, sizde. Pasajı çok meşhurdur malum bu ismin. Biz de ondan binaya, bu adı layık görüverdik. He tamam rakı masamız, içkimiz yoktu belki ama bizim de komşu gibi komşularımız vardı içerisinde. Adı sanı gibi mükemmel, sözleriyle sarhoş eden o komşular…

Antikaları sever misiniz bilmiyorum. Hayır yani çok da önemli değil sevip sevmemeniz. Ama ben çok seviyorum.

Antika kafalı arkadaşım, Edip de çok severdi.

Bildiğiniz geçmiş zaman konuşuyorum. O artık aramızda değil. Dükkânı her manada kapattı. Hem maddi olarak, hem de manevi olarak yani. Ama bu konuşmamıza engel değil tabii.

Bir iki söz çıkarmak isteyelim ağızdan yeter ki.

Çiçek apartmanı demiştim değil mi? Ah o apartmanın mis kokulu fesleğenleri. Müdavimleri öyle güzeldi, öyle başkaydı ki… Yakalarına çiçek takmayı severlerdi. Ama bizim Edip  asla yakasına çiçek takmayı sevmezdi. Lakin aramızda kalsın o meşhur pasaj var ya oranın koparılmış çiçeği gibiydi. Canımseverim. Yakasına takmadığı çiçeği ruhunda bir güzel nasıl da  taşıyordu oysa.

Durun bakın şimdi size ne anlatacağım. 

Bizim bu Edip var ya…

Manyak bir adam. Manyaklığı yanında; hüzünlü, karanlık, içi bol yağışlı bir adam. Tıpkı diğer şairler gibi… 

Şiiri yazmıyordu sanki, bildiğin kelimeleri yaşıyordu. Hatta mısralar arkadan arkadan; ‘’Hoop biz geldik, içinizi delip geçmeye geldik!’’ der gibi sıralanıyordu.

Bazen pencerede bekliyordum Edip’i. Ara sıra, ”Hadi gel, oturup dertleşiriz.” diyordu. Hep çocukluğundan dem vuruyordu o zamanlar. 

Çelimsiz Edip işte! Çocukluğunu pek sevmezdi. Bahsetmek çok istemezdi ya, bana anlatıyordu işte! Susuyordum. Dinliyordum. O suskunluk anlatma istediğini arttırıyordu.

Arada bir anılardan bahsediyorduk. İkimizde erik çalmayı seviyorduk. Ne hoşumuza gidiyordu erik yerken, karnımız ağrıyordu, diye gülüşüyorduk.

Ama gülmek bir yana dursun mütemadiyen hüzünleniyorduk. Melankolik oluyorduk. Sürekli  her şeyin en sonunda olmanın hüznü çörekleniyordu içimize. Başındayken bile her şeyin  sonu geliyordu önce. Her geliş, bir gidişin haberini önceden veriyordu bize. 

 

Ama belki sonundayız 

her şeyin en sonunda…”  

diye diye iç geçiriyorduk işte. O rakısına dalıyordu, ben kahveme. Aramızdaki bu farklılık hiç de sorun olmuyordu o zamanlar.  ‘’Zaten ne olduysa 50’lerden sonra oldu!’’ diyordu o da. Hiç unutmuyorum. Benim komşum değil bu arada biraz dedikodu yapacağım. Yan komşusu Tanpınar ona şey demişti; ‘’Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel; ama hiçbiri şiir değil.” Başkası olsa çok kötü olurdu eminim. Neyse ki o an onu çok kızdırmamıştı. Ve resme nasıl bakılması gerektiğini anlamıştı.. Tabii bununla sınırlı da kalmadı. Hisarcılar da ağzına tükürdü Edip’in…

 

Gelen vurdu,  giden vurdu.

Ama ne Melih Cevdet, ne Orhan Veli…

“Mendilimde kan sesleri” şiirini göremedi.

 

“Boynu bükük duruyorsam eğer

İçimden öyle geldiği için değil

Ama hiç değil

Ah güzel Ahmet abim benim

İnsan yaşadığı yere benzer”

 

Melih bu şiirini görseydi, eminim yerden yere vuramazdı. Sanırım Melih Cevdet yaşadığı yere içten içe benzemişti. Resmin bütününe değil, bir kısmına bakmayı tercih etmişti o günler de.

Tabii ki bunların hepsi şiirinin ilk adımları olmuş, daha sonra daha emin ve sağlam adımlarına gebe olmuştu.

Sınıf ayrımının yeri olarak gördüğü, Kapalı Çarşı’ya gittiği vakitler çok yorgun geliyordu eve. Belki gizli gizli ağlıyordu. Ama ne olursa olsun, şiir vardı ya ona çok iyi geliyordu. Cansever’i bir kere daha özgürlüğe itekliyordu. 

Kapalı çarşı önemliydi ama onun için. Yorgunluğu, biraz da doğum sancılarından geliyordu. Dokuz kitabını da orada yazmış, büyük yangında tamamen dükkânı yanmış da olsa yıllar sonra bunu şöyle dile getirmişti:

“Ya o yangın olmasaydı!”

Olmasaydı bir yönüyle Edip eksik kalırdı biliyorum.

Bir aralar kafası Leyla gibi gezdiği de oldu. Meğer bizim diğer apartmanın çapkın gülü, Tomris’e tutulmuş o da. Yapma etme canımseverim, dedim. Her ne kadar anlatsam da, kalbine söz geçiremedi bir süre. 

 Aşk mı? Şişe de, ay pardon gönülde durduğu gibi durmuyormuş meğer. Geldi mi o ne derse o oluyor/muş. Hani bunu ben biliyorum, ama bazen söylemek değil, yaşamak gerekiyordu nedense…

Bir ara köye gittim. İşlerim vardı. Mayıs zamanıydı. Yeşil erikler de vardı hâlâ dallarında. Ona da topladım. Üç hafta sonra döndüm. Kapıcı Ahmet abi hiç gülmedi o gün bana. 

‘’Bizim Edip gitti!’’ dedi. 

Terk etmiş çiçek apartmanını. Yakasına takmadığı o çiçekleri üzerine dikmişler.  Üzüldüm ne yalan söyleyim. İnsanın kendine yakın gördüğü birini kaybetmesi koyuyor tabii. Çiçekleri görünce koparmak geldi içimden.  

Ben ona birkaç erik ve peçeteye yazılmış bir şiir götürdüm. Çünkü o bunu severdi…

Edip dostum, gerçekten doğru söylerdin;

Kimsenin öldüğü yok yaşadığa da, herkes biraz var o kadar…

Biz de vardık mı biraz? 

 

Ya da var olabildik mi, hayatın içinde?

Bence biraz var olabildiysek ne mutlu bize.

Biraz yaşadık sahi o da ne iyi geldi bize.

 

Yazı: Sevde Budakçı

Aşk ruleti şiirinde; “kafa dağınıklığının cinnet halidir şiir” der ve savunur. Yer yer asabi, eleştirel okur, yazar kimliğiyle; on altı yıldır kelime bavulunda, kuşlarla birlikte yolculukta.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi