Kış Masalı

Kış Masalı

 

Hikaye- Esra Çetin 

Güneş doğmaya başladığında ama bulutların arkasına saklandığında, cama çarpan pıt pıt sesleriyle uyandı küçük çocuk. Yatağında kıpırdanmaya başladı, gözleri hemen annesini aradı. Oradaydı, iki adım ötedeki divanın üstünde uyuyordu. Derin bir nefes verdi. Rahatlamıştı. Yine de sabah sabah anlayamadığı bir şey vardı,

Neden içerisi bu kadar soğuktu? Yoksa annesinin dün bahsettiği hediye bu muydu? Sadece havanın soğuk olması mı?

Ayaklarını yattığı sert tahtadan aşağı sarkıttı ve küçük ela gözlerini eski pencereden dışarıya çevirdi. Annesinin bahsettiği hediyeyi şimdi anlamıştı. Dışarı baktığında sokakların ve çöp kutularının üstünün süt dökülmüş gibi bembeyaz olduğunu gördü. Yağmur gibi yağan kar taneleri cama her vurduğunda suya dönüşüyor, kirli camda iz bırakıyorlardı. Çocuk hayatında ilk defa bu beyaz manzarayla karşılaşıyordu. Oldukça şaşkındı. Daha fazla beklemeden kendini dışarıya attı.

Dışarısı evin içinden de soğuktu ama onun için önemli değildi. O, yağan ve her yerde biriken karın büyüsüyle soğuğu hissetmiyordu. Ürkek adımlarla artık kardan dolayı görünmeyen çimlere doğru yürüdü ve elini beyaz örtünün üstünde gezdirdi,

“Yumuşacık!”

Tıpkı annesinin kendisine anlattığı masallardaki gibiydi. Kar hem genç kızın uzun beyaz elbisesi, hem ölümlülerin son giysisiydi. Hem gökten yağan bir mucize, hem teker teker sanat eseriydi.

Hep bildiği yoldan yürüdü çocuk. Yolu biliyordu ama karın altında kalan yol bambaşkaydı o gün. At arabalarının sesini duyduğunda sağa döndü ve pazar tezgahlarını takip etti. Amacı bu havada büyük meydana ne olduğunu görmekti.

Önce içleri patates dolu kasaların önünden geçti. Manavın yaşlanmış birer insan yüzüne benzeyen kırışık patateslerini görünce normalde korkardı, ama o gün kar sayesinde hiçbir şeyden korkmayan bir kahraman gibi hissediyordu niyeyse. Ayakkabı boyayan adama selam verdi ve onun da yanından geçip gitti. Yol kenarları soğuk olduğundan evlerin pencerelerine çıkmış kedileri de selamladı başıyla. Sonra insanların çoğaldığı caddede yürümeye başladı.

Büyük meydan görüş alanına girince sırtını eski bir evin duvarına verdi ve ordan oraya yürüyenleri izledi. İnsanlarda kuru bir telaş vardı. Herkes havaya aldırmadan işine veriyordu kendini. Ellerindeki büyük şemiseyeler, başlarındaki tüylü şapkalarla upuzun, koyu renkli etekler giymiş bayanlar kendilerine boş birer araba arıyordu. Başlarında beyaza boyanmış kasketleriyle genç adamlar kendi arabaları boş olduğunda onları nazikçe davet ediyorlardı. Arabaların içinde ayakkabıların temas ettiği her yer sırılsıklamdı. Bundan hem araba sahipleri hem müşteriler memnun olmasa da sonuçta mevsimi değiştirmek insanların elinde değildi. Manav da isterdi sürekli yaz olsun, köşe başı kaldırımlarında ayakkabı boyayanların da şikayeti olmazdı işlerini biraz kolaylaştırmaktan.

Meydandaki karlar, üstlerinden sayısız kişi geçmiş olduğundan artık kirli buz parçalarıydı. Etraftaki dükkanlar durmadan kapılarının önünü süpürüyor, kapıya konan ıslak şemsiyelerden şikayet ediyordu. Bu koca ve karmaşık tablonun karşısında küçük çocuk önce acıyla gülümsedi. Sonra kendi kendine konuştu,

“Baksanıza, kar ne kadar güzel. Yağmur gibi hemen ıslatmıyor, yağmur gibi renksiz de değil. Neden hiçbiriniz memnun değilsiniz? Ayaklarınızın kiriyle kirletmişsiniz onu. Fark etmiyorsunuz bile yağdığını. Öyle mi gerçekten? Belki canı acıyordur. Yoksa artık bıktınız mı kar görmekten? Yaşlı insanlar gibi bıktınız mı her eğlenceden? Gitmemelisiniz, ya kar bir daha gelmezse… Siz kapıya gelen misafiri kovar mısınız hiç ilgilenmeden? Yoksa soğuğu sevmiyor musunuz? Demek bu yüzden giydiniz bu kürkleri. Ama kar bembeyaz, yumuşak… ve soğuk… Tıpkı, tıpkı şey gibi…”

Bütün bunları kendi kendine bir kırgınlıkla söylemişti. Evet, meydanda koşuşturan insanlara kırgındı. Sözlerindeki sitem kızgın olduğunu göstermiyordu çünkü kızgın olsa bağırırdı. Kendini duyurmak isterdi, hiç yapmadığı şey değildi sonuçta. O çocuk, o gün bütün bu sözleri telaşlı insanlara değil kendine söylemişti. Sanki kendine bir şeyler kanıtlamak istermişçesine söylemişti. Bu yüzden gelmemişti sözlerinin arkası, sonu.

Sanki yıllar sonra o anı hatırladığında telaşlı yetişkinler gibi davranmamak için söylemişti.

Gerçekten yıllar sonra, sırtında yüksek okula gittiği için aldığı deri sırt çantası, kafasında annesinin kendisine ördüğü ve kendisinin defalarca yamaladığı eski, gri yün bere, ayağında kasım ayının sonunda gökten inmeye başlamış buzdan sanat eserleri sayesinde hafiften su almaya ve çorabını ıslatmaya başlamış ayakkabısıyla, kendini yine aynı meydanda bulmuştu. Değişen yollardı, dükkanların kepenkleriydi, araba modelleriydi, insanların kıyafetleriydi. Değişmeyen tek varlık ise insanlardı. Yıllar önce olan o garip ve huysuz telaştan bir gram eksilmemişti. O sırada aklında buraya en son geldiğinde söylediği sözler gelince gülümsedi. Ne kadar saftı… ne kadar temiz yürekliydi…

Hangi yoldan meydana vardığını bilmiyordu, gerçekten bu beyaz manzara karşısında unutmuştu bunu. Ama çok iyi bildiği bir yol vardı: o hep gittiği yol. Gözleri annesiyle kaldığı zamanlarda oturdukları eski eve giden yolu aradı bir süre. Sonunda manavı da görünce çıkarmıştı yolu. Hafifçe gülümsedi. Uzun zamandır hissetmediği duygular hissediyordu. Eski bir dostuyla birden tekrar karşılaşmış olsa bu kadar şaşırırdı.

Ne düşlemişti küçükken? Tekrar kar yağdığında ne yapacaktı? Ah, doğru ya… Kendisine söz vermişti, koşuşturup duran insan sürüsüne katılmayacaktı. Oturup karın yağmasını izlemek istedi. Bunun için üzeri çoktan beyaza boyanmış bir bank buldu ve çatlamış eliyle oturacağı yeri silmeye yeltendi. Eldivenini kaldığı yurtta unutmuştu.

Avucu kara dokunduğu an, nerede saklandığını bilmediği hatıralarından bir kaçı birden ortaya çıkmıştı. Yumuşak soğuğa dokunduğu andaki o hisle ikinci kez karşılaşıyordu.

“…Ama kar bembeyaz, yumuşak.. ve soğuk… Tıpkı, tıpkı şey gibi…”

“Annem gibi.” diye tamamladı yıllar yıllar öncesinde yarım bıraktığı masum cümlesini. “Annem gibiymiş. Hastalığı yüzünden rengini kaybetmiş olduğundan beyaz, ince kıyafetlerinin kollarından bile rahatça görünen damarlarındaki yavaş akan kan yüzünden soğuk ve ne durumda olursam olayım, ne yaramazlık yaparsam yapayım bana davrandığı gibi yumuşak. “dedi. Rahatlamış hissediyordu kendini. Sanki annesinin ona uzun uzun anlattığı masallar canlanmıştı, hayat bulmuştu.

Banka otumadı, doğruldu. Gördüğü ilk çiçekçiye girdi. Aradığı çiçeği bulmak için sorduğu soru satıcı beyi önce şaşırtsa da genç beyfendiye istediğini verdi. Elinde kardelenler ile soğuk havada mezarlığa yürürken derin bir nefes verdi. Annesinin, kendi hatırasını yağan karın içine sakladığını nerden bilebilirdi ki?

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi