Yol

Yol

Hikaye: Feyza Yılmaz

Fotoğraf: Rodnae

 

                                                                                                                                                              Yeni nesle,

Unutmak suç muydu? Bugünüme sığdırdığım tanıdık bir sıcaklık. Her şey olabildiğince normalleşmiş, nihayet tüm olağanüstüler sıradanlaştırmıştı. Ta ki sen kapımı çalıncaya kadar. O ne arsız bir zil sesiydi! Üst üste üç kere. Yüreğim ağzıma gelmişti de açık etmemiştim kendimi. Grohe marka kapının sapasağlam kolunu sessizce döndürürken avuçlarıma yapışmıştı soğuk metal.

 

Yüzleşmekten korkuyor değildim. Hayır, asla. Araftaydım en çok. Her yanımda öfkem, başucumda şefkatim.

 

“Sen… Neden geldin?”

 

“Nereye?”

 

İtaatsiz bir telaşla kapısı aralık duran salona doğru yöneldi vücudun. Sen uzun koridorda ilerledikçe, battığın günahlara mührünü vururcasına pis bir koku yayılmıştı pespaye kıyafetinden. Tıpkı kıymıklarıyla beni tuz buz ederken gençliğim gibi geçmek bilmedi zaman. Durdu. Dayanması hayli güçtü, sana ve geçmişteki anılarımıza. Yanına müttefiklerini de almamıştın üstelik. Yalnızdın. Tek bir imzayla sildiğin kaderimden daha kimsesiz, düşkün ve zavallı.

 

“Geç, otur şu koltuğa. Kimseyi kapının önüne koyacak değilim ben.”

 

Ne yapacağına karar veremedin evvela. Minderin kızıl rengine cehennemi görür gibi baktın.

 

“Ne o? Koltuk defolu diye yadırgadın mı?”

 

Ne çabuk unutuyorsun sen de be adam! Minderin birinci düğmesi ilk şüphelendiğimde elimde kalmıştı da bin bir ricayla birlikte dikmiştik. Oteldeki naftalin kokulu çekmeceden arakladığın kişiliksiz iğne kitindeki dayanıksız gri iplikle. Sırıtsa da iş görmüştü düğümler bir müddet. Sonra düştü gitti, kayboldu bir yerlerde. Aramadık ikimiz de.

 

“Bu da ne?”

 

Gözlerine ayan olan gerçeklere rast gelince duraksadın. Bizim kusurlu geçmişimizin en yakın şahidi değilmişçesine büyüdü gözbebeklerin.

 

“Aldırma sen onlara. Kek yapmıştım, cevizli tarçınlı. Onun kırıklarıdır, kenara silkeleyiver elinle.”

 

“Kermese mi?” diye mırıldanırken kibir dolu bir gülümsemeyle doldu dudakların.

 

Ben seni duymuyordum oysa. Kapı çaldığında sehpanın üzerine fırlattığım namazlıkla baş örtüsünü fark etmiyor, sadece kendi zihnimden geçenleri görüyordum.

 

“Ne zamandır kek pişmiyordu evde/ Ablamınkini anımsatıyor bu tarçın/ Okuldan eve gelince ta sokağın bir ucundan gelen o tanıdık koku gibi/ Hatırladın mı/ Bir dilim kapmak için tüm arkadaşlarım sıraya giderdi/ Bir de kaymaklı süt şöyle, ocakta taze taze fokurdayan/Belki çay taze taze/ Posta kutusunda gazete/ Hatırlamazsın gerçi/ Adetindir unutmak geçmişi/ Elleri lezzetliydi ablamın/ Siz hiç yapmıyorsunuzdur artık/ Biz bittiğimizden beri varsa yoksa şatafatlı davetler/ pamuktan saraylar/ gümüşten şamdanlar…” 

 

Canını incitirken damla damla damıttığım o zehirli lezzet yayılıyor dilimin ucunda. Yükselen nabzımı dengelemek için bir süre nefeslendim. Öfkem, dışarı akmak için rastgele bir delik peşinde damarlarımda serserice dolaşırken, bakımsız tırnaklarımdan avuçlarıma batıyordu şimdi.

 

Seni duymadığım halde kermes değil diye çıkıştım hiç yoktan. İthamlarını bilircesine.

 

“Komşunun misafiri gelecek diye yapmıştım/Neden bu ufalanıyor bu kadar acaba bu kek/Hiçbir şeyin tadı kalmadı gitti.”

 

Gergindim. Kendimi rahatlatmak için kurduğum fuzuli cümleler havada balon gibi asılı kalıyor, aheste aheste oraya buraya sallanıyordu. 

 

Oysa gıkın çıkmıyordu senin. Bakışlarını diktiğin saatin altın varaklarına ilişti gözlerim. Beşinci yıldönümümüzde antikacıdan aldığımız guguklu saat. Geleceği göstermeye niyet edercesine buzlu camdan oymalı bir kapısı vardı. “Yüz yıl.” diye sayıklıyordun saçlarımı okşarken. “Bu saat yüz yaşına girdiğinde, evliliğimizin yirminci yılı dolacak. Torunları olacağız şu akreple yelkovanın.” Günahsız bir çocuk gibi inanmıştım sana.

 

Elele girememiştik senin dediğin güne. Başına buyruk bir aslan gibi senebesene kükreyerek tüketmiştin bize dair her zerreyi. Kursağından çıkacak tüm kelimeleri. Oysa şimdi kimse yok yanında.

 

***

 

Bir süre mıhladın dudaklarını birbirine. Beni özlediğin aşikardı. Beriden gelen çocuk sesini işitmiyordu kulakların. Dile kolay, inişli çıkışlı on beş yıl. Kimi dargın kimi barışık o güne kadar idare etmiştik. Ta ki, tüm kaygan sorulara mührünü vuran o kıyamet geceye kadar. O gece, köprünün son çıkışıydı.

 

“Ne zamandır?”

 

Kitaplığın köşesinde dimdik duran oyuncak sandığını sorgular gibi yapıyordun. Kaç kere dedim, mış gibi yapma bana, bize. Ne istiyorsan yüzüme söyle. Önemsizleştirmeye dair gösterdiğin her çabayla ayyuka çıkıyordu bitimsiz merakın.

 

Zamanmış, mekanmış, bir önemi kalmadı ya gerçi. Ha geçen yıl, ha doğmadan önce. Vaktini unutacak kadar eskiye dayanıyor bizim münasebetimiz. Cümle alem bela okuyorken, masumiyetimi biliyordun da zinhar sır vermedin. Bile isteye harcadın ikimizi. İşte bu unutkanlık içinde unuttum evimin yolunu. Elimdeki pusula, bilmediğim patikalarda karaya çıkarmadı bizi hemen. Yılankavi sokaklarda kaybettim aheste rotamı. Kaybettik. Hiç yoktan. Takdir-i ilahi demesem darılacağım sana. Sahi, ben inanıyor muydum ki her şeyin yüce takdir olduğuna?

 

“Böyle görmek ummazdım seni.” diye yapıştırdın patavatsızca.

 

Hadi canım, kibarlığa gerek yok. İnanamasan da böyle bulacağını biliyordun baştan beri.  Dirayetli. En azından ben böyle görüyordum kendimi. Mütevekkil ve baş döndürecek kadar güzel. Abartıyorduk oysa. Bilmiyorduk ki güzellik namütenahi bir teslimiyetten doğar. Hangimiz teslim etmiştik kendimizi hakkıyla?

 

Geri adım attın ve indirdin yelkenlerini. “Nasılsınız?” diye fısıldarken âdem elmanın inip kalkışını her milimine kadar izledim. Minderin kopuk ikinci düğme yerinde unutulmuş iplerle oynuyordu etli parmakların.

 

Cevap vermedim sana. Bacaklarımın üzerine sabitlediğim pütürlü ellerime baktım. Bir aşinalık duygusu kapladı benliğimi. Benzerliğin verdiği emniyete sarılarak seninle sohbet etmek geldi içimden. Bir süreliğine aynı mekânı ve zamanı paylaşmış olmak, aramızdaki bunca karakter, şeref ve haysiyet farkına rağmen, aynı oyunun kartları olduğumuza ikna etmişti beni. İllüzyonik olarak tabi. Gerçekte apayrı dünyalardık. Değil seninle özdeşleşmek, bir ömür geçse -önce kendimize karşı- laf anlamaz birer yabancıydık. Biz. Hepimiz. Bencil bireyler olarak.

 

“Annecim, kim geldi?” diye koşarak içeri girdi çocuk.

 

Tam o anda frene asılan bir otomobilin sesi düşüncelerini acı acı sıyırırken zihninden, bir mağara gibi heybetlendi bedenin koltuğun üzerinden. Korkmasın diye kurdeleli saçlarını okşadım çocuğun. Zira yanındaydım ben onun. Biz yan yanaydık. En azından zahiren.

 

***

 

Akşam güneşi odaya perde perde çökerken kıpırtısız, kayıtsız, bezgin bir adam oturuyordu karşımda. En ferasetli bilgeler bile, bağrıma bastığım kızımla arasındaki biyolojik bağı keşfedemezdi. Gözlerini bürüyen talepkâr sevgini saklamaya çalışarak yaşını hesaplıyor olmalıydın.

 

“Düzeldim ben Aslı. Gel, konuşalım.”

 

Dişlerimin gıcırtısı vicdanımın sesine galip çıkıyordu. Lise yıllarında notun kırılmasın diye çözdüğüm soru bankalarına da bu son diye gevelerdin. Sen inandım sanırdın. Bense bilirdim palavralarını. Belki bir gün diye hayali bir ümitle bir yaşattım sevgimizi. 15 yıl. Evlendikten sonra bile bıksam da yılmadım. Hep verdim, hep verdim. Ta ki aramıza üçüncü girene kadar.

 

“O sütü bozuk seni almadı mı yanına?”

 

“Ne diyorsun Aslı. Bildiğin gibi değil. Hem sen, nasıl saklarsın bu çocuğu. Dile kolay, bunca yıl. Anlamıyorum.”

 

“Neyi bilmiyormuşum? Yedi mahalle öteye malzeme olduk. Onca zaman sonra kalk, gel, düzeldim de pişkin pişkin. Üstelik karnımda…””

 

Minderin düşeyazan üçüncü düğmesini işaret parmağınla baş parmağını arasında aldın. Kaç karat olduğunu bilmediğin bir elması tartarcasına seçtin cümlelerini.

 

“Açık açık anlatmadın, hep bir gizem vardı. Üstelik boşanmayı da sen istedin Aslı. Bana kalsa o gece…”

 

“Sana kalsa ne olurmuş, söyle? Günahını yüzüne vurduğum gece ayrılırdın ama bekledin. Milletin ağzına sakız ettin bizi. Kendi gururun için, canından bir parçayı iftirana iki paralık ettin. Öz be öz çocuğuna nasıl başkasından dersin?”

 

“Anlaşamıyorduk Aslı. Çoktan bitmişti her şey.”

 

“Bittiyse yürekli olup bitti deseydin. Yok para çalıyormuşum, kermesten eve girmiyormuşum, yok millete yediriyormuşum… Kendi emeğim, kendi hayatım. Sen yardım etmekten ne anlarsın?”

 

Sakinleştin. 

 

“Doğru ya, ne anlarım? Anlamıyorsam niye savaştın benimle? Onca yıl geçtiyse yalnız değildim. Sen de bile isteye izin verdin yaşananlara. Şimdi ne diye yakınıyorsun? Benim gibi değilsin sen. Varsa yoksa millete yedirelim, içirelim. Melek kesildin başımıza. Başkalarını düşünmekten evini unuttun. Beni, aileni. En yakınını.”

 

Çaresizce omuzlarını indirdin. Kanepenin sırtına bırakıverdin minderi. İçinde arasanda bir türlü bulamadın şefkati. Alevi söndürülmüş bir mum gibi doğruldun olduğun yerde. Kendi ateşiyle kendi yakan bir mücrim gibi eridin gözümün önünde.

 

Bir fırtına gibi kayboldun, gittin kapı eşiğinde. Artık sen yoktun.

 

***

 

“Haydi git kendi yoluna. Yakında gelmezsin, zaten bezdim yalanlarından.” diye sayıkladım.

Artık ben de yalnızdım. İyiliğim okyanus kadar özgürdü. Peki şimdi kime karşı iyi olacaktım?

 

Olduğum yerde yığıldım. Koltuğa bıraktığın üçüncü düğmeyi elime aldım. Dokunabildiğim harfler kadar hayatımın içimde, dilimin ucundasın işte. Gündüz düşü gibi kayıp gidiyorsun anılarımdan. Ne büsbütün kayboluyor ne de var oluyorsun.

 

Bense unutamıyorum. Kaybolan ben miyim sen misin ayırdına varamadan, tüketiyorum meşguliyetime katık ettiklerimi. Gördüklerim hep içerden. Baktıklarım hep şu evden.

 

Sanki yerimde sayarak kendimi kandırabilecekmiş gibi. Bana yaptığın haksızlık, mazideki tüm hatalarımı haklı çıkarırmış gibi. Varlığın kaderime yazılmış takdiri ilahi değilmiş gibi. Bir hüzün çöküyor omuzlarıma. Zihnimde bir tereddüt, duygumu hakkıyla kavrayamayan gri bir yanılsama… Sanki geçmişi düne gömen iki yüzlü bir gelecekle yaşayabilirmişim gibi. Öfkemi bastırdığımda onu yok edebilirmişim gibi. Mış gibi. Hayalperest.

 

Yine gelme. Bir daha bakarsam gözlerine, affederim, bırakamam seni.

 

Hikaye: Feyza Yılmaz

..sınırlar hayal gücünün düşmanı sanırız, oysa sınırlardan başlar benim düşlerim.

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi