Belki Virüsten Sonra

Belki Virüsten Sonra

Hikaye : Tuba Sina Aydın

 

1. Bölüm

Pazar sabahı, ezan vakti. Kalın perdeyi hafif araladım. Şimdi de, haftanın beş gününde  korna seslerinden uyuyamadığım caddeyi seyrediyorum. Çevre yolunun üzerine aralıklı düşen sokak lambalarının  parıltısından başka bakıp görebileceğim ışık yok. İyi ki sokaktaki köpeklerin, kedilerin bağrışmaları var. Yoksa bu saatte içimin kıyametini bastıracak sesleri nereden bulabilirdim ki?

Ah şu ilaçlar! Yurt dışından geliyor olmaları beni bu saatte pencere önlerine itti. İlaçlarım bitti. Yenisini  sipariş ettim ama kargolarda şu sıralar sıkıntı varmış. Birkaç gün daha beklememiz gerekiyormuş. O süre zarfında bende patlak veren her şey normalmiş; uykusuzluk, iştahsızlık, sinir bozukluğu..vs.  Ama ben normal değilim. Yaşadıklarım hiç normal değil.

Normal geçen günlerime en yakından tanıklık eden Rukiye ile geçen yıla kadar  aynı apartmanda, Sündüz Apartmanında oturuyordum. Beş yüz elli bin liraya iki otobüs durağı ilerisinden yeni bir daire almıştık. Haliyle, Rukiye ile aramıza mesafeler girmişti. Ama arayı açmıyorduk. Haftanın bir günü ya o bende, ya da ben ondaydım. Bir araya geldiğimizde, dedikodu kazanlarını odun ateşinde kaynattıkça kaynatırdık. Laf eski komşulardan açıldı mı şeytan dilimize bal sürüyordu. Hatırlıyorum da  son buluşmamızda Rukiye’deydim ve aldığım haberler birbiri ardına şöyleydi:

Yıldız Abla’nın kaportacıya kaçan kızı,  kocasıyla birlikte  bayramda  el öpmeye gelmiş. Ama Yıldız Ablalar kızlarını eve kabul etmemişler.

En alt kattaki Sivaslı karı-kocanın evine, Esra Erol ekibi hâlâ gelip gidiyormuş. Onlar o programa katılalı altı ay olmuştu. Çocukların DNA testi sonuçlandıktan sonra adam iyice kafayı oynatmış. “Ben inanmıyorum bu teste. Bu çocuklar benden değil”diyormuş.

Sinem’in oğlu deneme sınavlarında Kübra’nın oğlunu hep geçiyormuş. Kübra hırsından hap içmeye başlamış. Beş vakit namazının arkasından Allah’a her gün yalvarıyormuş: “Sinem’in oğlu üniversite sınavında kaydırma yapsın”, diye.

Kapıcı Hüseyin’in karısı, Ayşe Teyze’nin evini viledalarken  ayağı kaymış, düşmüş. Ayşe Teyze  temizliğin geri kalanını yapmadı diye kadının gündeliğini kesmiş. Apartmanda, Kapıcı Hüseyin’in  de dahil olduğu saç saça baş başa kavga çıkmış…

Bu dedikoduların her birisinde ya kahkaha atıyor, ya “Vay canına!” deyip  yorum üstüne yorum geliştiriyorduk. Yanında kısır, poğaça ve pandispanyalı pasta ile birlikte Allah bilir kaç demlik çay bitirmiştik.

Tabi o gün sadece kikirdemelerle günü bitirmemiştik. Sonrasında lafı dönüp dolaştırıp yine Nesrin’e getirdik. Peşi sıra ikimiz de boğucu bir atmosferin içine düşmüştük. Benim sesim titriyordu, Rukiyenin ise telefonun tuşlarına dokunan parmakları. Bunca kasvetin sebebi, bir önceki hafta  Sündüz Apartmanı’ndan bir cenaze aracının kalkmasıydı. Geride dört yaşındaki yetimin,  ona bakan yaşlı bir anneannenin ve bir de tutuklu annenin var olduğunu bilmekti. Evet, vefat eden Nesrin’in kocasıydı.  Pazartesi günü, vefat haberi duyulur duyulmaz,  Nesrin’i cezaevinden alıp apartmanın önüne getirmişler. O gün apartmanın önü cezaevi ve cenaze araçları ile kapanmış. Bütün komşular merakla balkonlara doluşmuş. Rukiye ve neredeyse apartmandaki herkes,  tabutun cenaze aracına konuluş anını  balkonlardan kameraya çekmişler.Hiç birisi inmemiş aşağı.

“Ne olur ne olmaz bu adam zaten koronadan öldü, bi de evdekilere bulaştırmıştır falan. Ha bir de Nesrin’lerin yanına zaten yaklaşmamak gerekir (!)” diye konuşup durmuşlar kendi aralarında. Ama çektikleri videoları apartmanın Watsapp grubunda ard arda paylaşmayı da ihmal etmemişler. Rukiye de bana  dakikalarca  telefonundan  bu tabutun videolarını izletti:

“Bak bu da Güler’in çektiği… Şu da Vildan’ın ki” diyerek hepsini bir bir gösterdi. Videolarda tabuttan ziyade, en çok Nesrin’in hallerini izledim. Etrafındaki jandarma, gardiyan takımı arasında petrol mavisi eşarbıyla varlık- yokluk mücadelesi veriyordu. Nereden baksam  on kilo vermiş, iğne ipliğe dönmüştü garibim. Bileklerindeki kelepçeyle tabutun üzerine kapanışını, gardiyanın onu oradan çekmeye çalışmasını izledim. Döndü Teyze’nin kucağındaki Elif’e baktım. Nesrin’in Elif’i kucakladığı kısımlara geldiğimde ise,  artık yüreğim dayanmıyordu. Aklıma, bu konudaki tüm sevimsizliğiyle Cengiz düşmüştü. Rukiye’nin aklına da Suat’ın düştüğüne emindim. Konuyu değiştirsem iyi olacaktı ama şunu da sormazsam içim rahat etmeyecekti:

– Taziyeye giden olmuş mudur?

-Sence? Dört yıldır kim gitti sanki evlerine?

Küçük bir sessizlik oldu. Rukiye’nin omuzları düştü. Gücendiğinde ya da hayal kırıklıklarında yaptığı dudak mimikleriyle sözlerine devam etti:

-Ama Döndü Teyze bu aralar bayağı bir beklenti içinde. Birilerini beklediğine eminim. Bu hafta birkaç defa  dış kapıyı açıp eşiğe çömeldi. Kapı dürbününden izledim. Baygın baygın merdivenlere bakıyordu. Üç gün önce yine  eşikte beklediği vakitler, açık kapının gerisinden Elif’in bağırma seslerini duyduk. Suat da beş karış suratla daha yenice  kapıdan içeri girmişti. Biliyosun ya, Suat’ın seninkiyle birlikte haftalık  halı saha maçları var. Bu hafta moralleri sıfırdı, yenilmişler. Suat avanaklığından kalesine atılan dört topu kurtaramamış. Bir de eve gelip çocuk viyaklaması duyunca “Ben apartman yöneticisiyim lan!” diye bağırıp çağırdı Döndü Teyze’ye. Döndü Teyze:

“Daha üç günlük yetim, kıymayın bu yavruya.” falan dedi. Valla üzüldüm Necla. Ne diyeyim ben sana?

Hiçbir şey demesine gerek yoktu. Zaten Nesrin’i çağrıştıran her  hikaye vicdanımın paslanmış yerlerine yeterince Porçöz döküyordu. Vicdanım azıcık parıldasa ben eriyip tükeniyordum. Ama gel de Cengiz’in, Suat’ın vicdanlarına laf anlat. Ağlamaklı oldum.  Rukiye’ye göz ucuyla baktım. Halinden anlattıklarına pişman olmuşluk sezmiştim. Elbette ki kim olsa  misafirini üzmek istemezdi.

-Ay Necla ağlamaya mı geldik? Hiç sormuyosun bizim kahveleri. Yapayım da bi içelim karşılıklı. Sonra da neyse halim, çıksın falim.

Son cümlesini söylerken gözlerini kırpıştırdı. Ardından göz açıp kapayıncaya kadar kahveleri yapıp getirdi.

2. Bölüm

    • Ölüm! Yakın bir zamanda  aile içinde ölüm, hastalıklar olacak.

 

Bu kelimeler hayretle, kekeleyerek dökülmüştü, Rukiye’nin ağzından. Hipnoz olmuş gibi telvede gördüğü dev kazanları, harlı ateşleri birbir anlattı bana. Donup kaldım.

“Nasıl olur bu? Allah, Allah! Nerden çıktı bu kız?” diye sorunca  Rukiye anca uyanıp toparlandı. Tedirgin, sapsarı olmuş yüzüme baktı. Dudaklarını ısırdı.  Bu kadar çok ürkütücü, asab bozucu kehanetlerle misafirinin canını nasıl sıkabildiğine inanamıyordu.  Pişmanlıkla dolu yüz ifadesi içerisinde vakit kaybetmeden ağzında bir şeyler geveledi:

-Ay Necla! Bu fala inanılır mı Allah aşkına? Bir gün tutar, bir gün tutmaz. Hem zaten gözlerim şu aralar iyi görmüyo. Benim gözlüğün numarasının değişmesi lazımdı. Orada daha iyi şeyler varmıştır da ben görmemişimdir. Sen boş ver şimdi bu fal işini.

Böyle diyordu da söylediklerine kendisi de inanmıyordu ki. Baltayı taşa vurduğu için, içinden kendisine küfürler ettiğine emindim. Daha fazla oturmadım. Çantamı omzuma alıp dışarı çıktım. O kadar kasvet yüklenmiştim ki, o çok beğendiğim pandispanyalı pasta tarifini yazan kağıdı dahi almayı unutmuşum.

Apartman kapısında gözüm Elif’le Döndü Teyze’ye takıldı. Kadıncağız eğilmiş kızın bisikletini dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Yardım etmek istedim. Seve seve kabul etti. Beklemiyordu bu iyiliği, biliyorum. Nesrin’i sordum. Önce kollarını üzerindeki kırçıllaşmış montta kavuşturdu. Sonra da kaşları inip kalktı, gözlerini Elif’ten yana oynattı. Tahmin ettiğim gibi, hemen ardından işaret parmağını dudağına götürdü. Çocuğun yanında tutuklu annesi sorulur muydu? Benimki de patavatsızlıktı işte. Çıkarıp cebimden para versem mi vermesem mi bilemedim? “Cengiz’in kulağına  falan gider.”, diye aklıma gelen fikirden hemen oracıkta vaz geçtim.

Sündüz Apartmanı’nın kapısından ayrıldıktan bir saat sonra eve gelmiştim. Akşam yemekten sonra çocuklar odalarına çekildi. Ders başındalar mı yoksa telefonun başındalar mı hiç bilmiyordum. Cengiz internette LCD ekran dev televizyon kampanyalarını inceliyordu. Ben de mutfak bulaşığına daha elimi sürmeden, “Yemek takımlarında kampanya fırsatları ne zaman?” diye Google’da habire bir şeyler arattırıp duruyordum. Sonra bir de baktım, kabir videolarına gelmişim. İki milyon kez görüntülenen sekiz dakikalık videoyu izledim. Tansiyonum fırlamıştı. Videodaki adam Nesrin’in rahmetli kocasına ne kadar da çok benziyordu. “Cengiz görmesin,” dedim içimden. Çünkü ağzından köpükler çıkara çıkara, saçıp savuracağı şeyleri iyi biliyordum. Görse kesin şunu derdi:

“Tevfik domuzunun tıpa tıpı işte.”  Yemekte zaten yeterince esip gürlemişti.

“Tevfik için sosyal medyada ayaklandılar. Ne oldu sonra? Elinin körü. Tahliye ettiler herifi. Adam iki ay geçmedi. Koronadan geberdi. Bana bak Necla, ne diye gittin sen şimdi eski mahalleye? Ne malum sana da virüs bulaştırmadıkları. Ya hepimiz toptan korona olduysak?

Bu sözlerin hiçbirine cevap yetiştiremedim. Her cümlesinde yumruklarını daha şiddetli sıkıyordu. Yine huysuzluğu üstündeydi. Çocukların yanında duymadığım hakaret kalmamıştı. Korona meselesi olunca ister istemez çocuklar da babalarını haklı gördüler:

”Anne nasıl olur da koronalı apartmana gidersin?” dediler. Suçluluk duygusuyla mutfağa koşup bir sigara yakmıştım. Yediğim tokat gibi sözlerin dumanı için mutfağın bütün pencerelerini açtım. Haliyle biraz üşüdüm. Peki kalbim kaç santigrat dereceye düşmüştü? Hiç bilmiyordum. Nabzım pandemi yasaklarındaki İstanbul sokakları gibiydi, tık yoktu. Kahve falından beri  kalbime gelenler, Cengiz’in dilinden dökülenlerdi:

    • Korona oldun sen korona. Bizi de yaktın, kendini de!

Bu sözler, o gece beni gece yatağıma götürmemişti. Kalkıp, çocukların üzerini örtmeye gitmiştim. Alışkanlık ya, gayri ihtiyari  kafamı onların yanaklarına doğru azıcık eğmiştim ki, vaz geçtim. Aklımdan tiz biçimde gelen düşünce beni bundan vazgeçirmişti. Şöyle ki, bu geceden tezi yok, öpüşmelere  yasak getirmeliydim. Dolayısıyla, o gece ve diğer geceler hep salondaki kanepede uyumuştum.

Ertesi sabah altı civarında, Rukiye’nin  ard arda attığı mesaj sesleriyle uyanmıştım. Gece ikide attığım mesajların karşılığını gönderiyordu akıllı. “Ay Necla hakikaten niye düşünmedik. Faldaki bu cenaze koronayı mı gösteriyo yoksa kız?….. Ay bak şimdi elim ayağım dolaştı….Görüşürüz yine…. Bir şey olursa ara…”

Bir şey olmadı. Bir hafta, iki hafta, üç hafta… Telaşımızla, gerginliğimizle, karantinamızla, negatif test sonucumuzla pandemi virüsünü fihristimizden silmiştik. Burada duralım. Silinen sadece pandemi. Virüsün kendisiyle tanışıklığım henüz yeni başlayacaktı.

 

3. Bölüm

Üniversite hastanesinden beş ay sonrasına anca sıra bulabilmiştik. Ciğerlerimin adam gibi kontrol edilmesi gerekiyordu. Geceleri yan odadaki çocuklar bile öksürüğümden rahatsız oluyorlardı. Cengiz’in “Rahatsız oluyorum.” deyişlerini  zaten hesaba katmıyordum. “Yanı başımdaki horultusuna bunca yıl ben katlanmıştım. Biraz da o benim öksürüğüme katlansın.” , diyordum. ‘Katlanmak’ sözcüğüne gelmişken; düşünüyorum da  o vakitler  bu sözcük sırf benim benim için tasarlanmıştı sanki. Öksürmekten kendimi alamıyordum ama asıl  büyük imtihanım, her seferinde hastaneye benimle birlikte gelen Cengiz’in çıkardığı rezaletlerdi. Hastane kuyruğunda her şeyi yıkıp indiriyordu. O gün de aynı şeyleri yapmıştı. Kuyrukta gözünün tutmadığı herkese, gömleğinin ön cebinden çıkarttığı polis kimliğini, bir de ceketinin altındaki beylik tabancasını işaret etmişti. Hastabakıcılar, hemşireler illallah etmişti resmen. O kadar öksürüğümün arasında dürtüklemeye çalışıyordum da nafile. Kendi kendime:

  -“Sabırlı ol Necla. Bir daha ki sefere sakın yanında Cengiz’i getirme.” diye telkinde bulunuyordum.

Biz sırada beklerken; koridorun ilerisinden bu tarafa doğru gelen üç dört jandarma, üç dört infaz koruma memuru arasında tanıdık bir eşarp gözüme çarpmıştı: Nesrin’in eşarbı. Aylar sonra onu tekrar görünce ister istemez heyecanlanmıştım. Üstüne başına baktım. Kıyafetlerinin rengi tıpkı yüzünün rengi gibi soluktu. Cenaze videosundan daha da zayıf görünüyordu şimdi. Aramızda nereden baksam yirmi metre mesafe kalmıştı ki, soldaki Dahiliye Polikliniği’ne geçtiler. İçimden “Umarım Cengiz Nesrin’i fark etmemiştir”,  demiştim ama geç kaldım. Cengiz çoktan Nesrin’i görmüştü bile. Bir saniye bile geçmeden ağzında laf değirmenini döndürmeye başlamıştı:

-Necla, yatıp kalkıp dua et şu kadına. Bu kadın ve kocası olmasaydı şimdi ben dördüncü derece emniyet müdürü olabilir miydim?

Suratına ters ters baktım. Dirseğimden deminkilerden daha şiddetli bir dürtük geldi :

-Valla doğru Cengiz. Suat’la ikiniz kafa kafaya verip hem onu hem kocasını ihbar ettiniz; sadece onu değil, konu komşu kim varsa. Aslında bu performansınızla size birinci derece müdürlük vermeleri gerekiyor. Peki bu ihbar işlerinizden sonra ne oldu? Herkesle kötü olduk. Eski mahalledekiler size korkularından,  Nesringil’e de yardımcı olmadılar. Geride Nesrin’in annesiyle bir tane çocuk kaldı. Ne yer, ne içerler bildiğimiz yok. Hallerini desen  hiç sorduğun yok. Devam et sen. Burda beklerken de boş durma. Bu hastane koridorundan şöyle on kişiyi daha listene koy. Bakarsın bir gün içişleri bakanı olu…      

Her zamanki gibi gerisi  gelmeyen sözlerimi söylemiştim. Cengiz avını dişler gibi atıldı:

-Kes sesini! Yoksa seni de yazarım listeye. Allah senin belanı…

-Necla Ateş burda mı?

Neyse ki hemşirenin sesiyle ayağa kalkmıştık. Cengiz’in kalp atışımı fazlasıyla arttıran ses tonu bir anda kesildi. Çantamdan alelacele nüfus cüzdanımı çıkarıp hemşire hanıma uzattım. Tahlil sonuçlarında nihayet sıra bana gelmişti. Ancak doktorun odasına girdikten sonraki dakikalarımı nasıl anlatabilirim bilemiyorum?

 

4. Bölüm

 

Kırmızı deri koltukların olduğu muayenehanede yirmi dakika kadar oturmuştuk. Doktorun masasındaki isimliği hiç unutamıyorum. Orada altın renklerinde ‘Dr. Hasan Sönmez’ yazıyordu. Ancak Hasan Sönmez’in anlattıkları ömrümün geride kalan tüm  aydınlatma lambalarını söndürüp geçmişti. Anlamaya çalışıyordum:

“Nasıl yani? Mümkün mü böyle bir şey?” demiştim.

“Mümkün!” dedi doktor.

Adamcağız utana sıkıla virüsün bulaşma yollarını sıraladı. Sözleri ilerledikçe ben ve Cengiz’deki vücut dilini  daha detaylı izliyordu. Benim Cengiz’i parça parça eden gözlerimi, Cengiz’in aynı bir sığır gibi burun deliklerini  büyütüp küçültmesini seyretti. Son sözlerini mesleğinin verdiği tecrübelerle toparladı ve odadan  çıktık. Doktor ardımızdan kim bilir neler düşünmüştü? Peki ya yanı başındaki hemşirenin aklından geçenler neydi acaba?  Kapıdan çıktıktan sonra önce çığlık atmak istedim. Ama hayır, rezalet çıkarmamalıydım, sustum. Aslında o esnada, değil hastaneyi, belki tüm şehri ateşe verecek denli bir nükleer bombaydım.

Cengiz’le birlikte, beş dakika içinde  koridordan hastanenin çıkış kapısına doğru ilerledik. Pimimi evde mi, yoksa yol kenarında bir yerde mi çekeyim diye düşünüyordum. Cengiz geçerken sağ tarafımızda bir tuvalet görmüş. Elini yüzünü yıkayacağını söylemişti. “İyi tamam.”dedim. Beklerken elime telefonu aldım. Tam Whatsapp mesajlarını görüntüleme derdine düşmüştüm ki, bir silah sesi geldi. Hastane bir anda karışmıştı. Yanımdakiler bana baktılar, ben onlara baktım. İleriden güvenlikçilerin bağırışları duyuluyordu. Birkaç adam tuvaleti işaret etti.

“Silah sesi burdan geldi! Çabuk olun.” diyorlardı.

Üst kattan, alt kattan, yan taraflardan, her taraftan kafalar eğildi, kalktı. Herkes kafasını  bizim kata benim bulunduğum tarafa doğru doğrultuyordu. Cep telefonlarının kameraları çoktan açılmıştı. Kıyasıya bir yarış. Bakalım en çok kimin çektiği video tıklanacaktı?

“Anlaşıldı.”, demiştim. “Akşama SHOWhaber’in konuğuyum.”

Şov gibi hayat işte. Nereden nereye. Cengiz’i iyi kötü  öbür tarafa yolcu etmiştik. Cenaze namazını  beş on kadar  insan kılmış. Ben ancak bir ay sonra- klinik sonrası – cenaze videolarını izleyebilmiştim.  Rukiye telefonuma cenazeden iki üç hafta sonra mesaj çekmiş:

Ay Neclacım çok geçmiş olsun kardeşim. Sorma bizim de başımıza gelenleri. Sizin bu mesele duyulunca Suat’ı da bir telaş aldı. Aldı beni götürdü hastaneye. Hem kendine hem bana test yaptırmaya. “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye iyice sıkıştırınca ağzındaki baklayı çıkarmak zorunda kaldı. Meğerse bunların halı saha maçı hikayeymiş be kardeşim. Bizi iyi uyutmuş bu şerefsizler. Rus, Moldovalı, Özbek, Kırgız… Tanımadıkları kadın kalmamış. Bunları duydum ya, durur muyum artık o evde? Çoluğu çocuğu toplayıp, annemin evine taşındım. Boşanma işlemlerini de başlattım. Çok iyi bir avukat varmış, onunla anlaştım. Neyse geçelim şimdi bunları.

Ah be Necla’m ya! Bizde çok şükür AIDS virüsüne rastlanmadı da sana çok üzüldüm. Yok mudur ki bir hâl çaresi.. Doktor ne diyor? Nasıl bir tedavin olacak? Bir şey olursa, ara beni olur mu?

Aramadım. Konuşmaya gücüm yoktu. Onun yerine parmaklarımın kikirdemesi, merakı , ricası gezindi harflerin üzerinde:

Kız Rukiye! Ölmedim de, ölmeye alıştırıyorum kendimi. Sana da geçmiş olsun, üzüldüm yuvanın dağılmasına. Uzunca bir süre galiba senle görüşemeyeceğiz. Ne yapalım, artık yazışarak fal bakarız biz de.

Rukiyem, bu dünyadan ayrılmadan senden üç tane ricam var. Kabul eder misin kardeşim? Birincisi;  avukatınla Nesrin konusunda  görüşür müsün? Nesrin’lerin davalarıyla ilgileniyor muymuş, bir sorsana. “Bu kadının muhakkak hapisten çıkması gerekiyor”, de. Para kısmını hiç düşünmesin. Ne kadar istiyorsa ben karşılıycam.

İkincisi; eski evine uğramazsın biliyorum  bilmesine de, en azından n’olur Döndü Teyze’lerden habersiz bırakma beni. Bir ihtiyaçları var mı yok mu bilelim.

Üçüncüsüne gelince… Pandispanyalı pastanın tarifini hâlâ yollamadın bana. Ağzım sulandı bak. Bekliyorum ha, ona göre…

Canım sıkıldı mı bu mesajları okuyorum. Zaten konuşamıyordum, şimdi yazmaya da gücüm kalmadı. Yarım saat geçti. Ben aralık perdeden hâlâ dışarıyı seyrediyorum.Sokağın lambaları ise hâlâ sönmedi. Apartmanlara bakıyorum da yanıp sönen koridor ışıkları haricinde hâlâ karanlıktalar. Muhtemelen Sündüz Apartmanı da öyledir. Bu virüsten sonra aydınlanır mı ki acaba? Nesrin gelir belki,  kim bilir?

Lapsus Dergi'ye [email protected] üzerinden ulaşabilir ve yayınlanmasını istediğiniz eserlerinizi gönderebilirsiniz.

Kalem Sürçmesi

lapsus dergi